27 Nisan 2009 Pazartesi
Takrir-i sükûn kanunu
“Kan ile yapılan İnkılaplar daha muhkem olur,
kansız İnkılaplar ebedileşemez
Mustafa Kemal Paşa
(Bursa,22 Ocak 1923)”1
Takrir-i Sükûn Kanunu, Kemalist rejimin yerleşmesinde en önemli yapı taşlarından biridir. Yürürlükte kaldığı ve Takrir-i Sükûn dönemi olarak adlandırılan dönem boyunca toplumu adeta bir suskunluğa mahkûm etmiştir.
“Takrir-i Sükûn Döneminin başlaması; Şeyh Said Ayaklanması vesilesiyle olmuştur. Bu olayın askeri yönü yüz gün içinde başlayıp bitmekle birlikte, doğurduğu sonuçlar çok daha uzun süreli gelişmelerle eklemleşmiştir”2
3 Mart tarihinde meclisin ikinci oturumunda Takrir-i Sükûn Kanunu kabul edilir, “Takrir-i Sükûn Kanunu:
Birinci Madde- İrticaa, isyana ve memleketin sosyal düzenini, huzur ve sükûnunu, emniyet ve asayişini bozmaya sebep olacak her türlü teşkilat ve tahrikatı teşvik ve teşebbüs ve yayınlan; Hükümet, Cumhurreisinin tasdikinden sonra re'sen ve idareten yasak etmeye mezundur. İşbu fiilleri işleyenleri Hükümet İstiklal Mahkemesine verebilir.
İkinci Madde- işbu kanun neşri tarihinden itibaren iki yıl müddetle yürürlükte kalacaktır.
Üçüncü Madde- İşbu kanunun tatbikine İcra Vekilleri Heyeti memurdur.”3
devamı....
http://www.mavidefter.org/index.php?option=com_content&view=article&id=412:takrir-i-suekun-kanunu&catid=69:otekitarih&Itemid=101
Büyükelçi Nabi Şensoy, kendini ABD mülki amiri mi sanıyor?
--------------------------------------------------------------------------------
Mavi Defter'den bir belge daha... Türkiye Cumhuriyeti Washington Büyükelçisi Nabi Şensoy, Amerikan mahkemelerini etkilemek için girişimde bulundu, bunun belgesi, yani mahkemeye yazdığı mektup da anında sayfalarımızda yer buldu. Osmanlı İmparatorluğunda yaşayan ve 1915 Soykırımında hayatlarını kaybeden Ermenilerin, sigorta şirketlerinden tazminat talebini içeren davalarından biri ABD'de Victorien Versicherung sigorta şirketine yapılıyor. Ve olaya Nabi Şensoy hemen dahil oluyor. Şimdi konuyu daha iyi anlamak için Sait Çetinoğlu'nun yazısını okuyalım
--------------------------------------------------------------------------------
Sait ÇETİNOĞLU
--------------------------------------------------------------------------------
Türkiye'de mülki amirlerin sık sık mahkemeleri etkileyecek notlar yazdıkları vakayi adiyedendir, kanıksanmıştır ve kimse de şaşırmaz Hatta kolluk güçlerinin izinle/talimatla yapacakları işler için bile, izin/talimat verilmiş gibi çok rahat gerçekleştirdikleri ve sonradan izin belgesini savcılığa imzalattıklarını DGM savcısı Nuh Mete Yüksel'in emekliliği sırasında bir polis şefi, televizyon kanallarında iftiharla ifade etmiştir.
Mülki idarecilerin adliyeyi etkileme çabalarının son örneklerinden biri de Antalya valiliğinin Çağdaş Gemik'in dur ihtarına uymadığı gerekçesiyle polis tarafından vurulması olayında, valiliğin savcılığa yazdığı gizli yazıyla soruşturmayı saptırma çabasıdır.
Adalet Bakanının da yazar Temel Demirer'in TCK'nın 301. maddeden yargılanmasına izni verirken, Demirer'i peşinen suçlu ilan etmesi ve Bakanın kendisini yargıç yerine koyması da ayrı bir örnektir.
Biz bütün bunların ülkemize özgü olduğunu sanıyorduk. Alışkanlığın sadece bizim mülki amirlerimize özgü olduğunu düşünüyorduk. Ancak Türkiye Cumhuriyeti'nin Washington Büyükelçisi Nabi Şensoy'un Amerikan adliyesini etkilemek için yazdığı 4 Aralık 2008 tarihli mektubu görene kadar. Meğerse etkilemede ülke sınırını aşmışız. Globalizasyon denen şey bu olmalı! Arada bazı yabancı ülke parlamentolarının Ermeni Soykırımı kararlarına karşı jeopolitik avantajdan/önemden kaynaklanan şantajları normal sayıyorduk. Ancak işin bu boyuta geleceğini aklımız almıyordu.
Hadise şu: Osmanlı İmparatorluğunda yaşayan Ermenilerin birçoğu batılı sigorta acentelerine hayat sigortası yaptırmışlardır. Büyükelçi Morgenthau anılarında, Başvezir Talat'ın da bu poliçe bedellerinin peşinde olduğunu söyler: "Keşke, dedi Talat, Amerikan hayat sigortası kumpanyalarının bize Ermeni poliçe sahiplerinin tam bir listesini vermesine yardımcı olsan. Hepsi şimdi ölü sayılır ve arkalarında parayı alacak varisleri yok. Tabii ki hepsinin Devlete mahlûl olması lazım, zira hak sahibi şimdi Hükümettir. Öyle değil mi?"[1]
Kemalistler de bir başka poliçe bedellerinin peşine düşeceklerdir. İzmir yangını sırasında yanan binaların sigorta bedelleriyle ilgili açılan davalarda, varisin devlet olduğu gerekçesiyle sigorta bedellerinin devlete ödenmesini isteyecekler ancak buna muvaffak olamayacaklardır. Sigorta şirketleri toplu olarak ülkeden ayrılırlar. Sigorta şirketleri bedelleri ödemeden Türkiye'den ayrılmayı daha kârlı bulacaklardır. Bedelin ne kadar yüksek olduğuna, sigorta şirketlerinin bunu göze almalarına bakarak da anlayabiliriz.
Ancak bu poliçe sahipleri 1915 Soykırımı sırasında hayatlarını kaybetmelerine karşın, bugüne kadar da bu sigorta bedeli ödenmediğinden, bu sigorta şirketlerine varisler tarafından açılan iki davayı kazanmışlardır. İlk dava "AMERICAN LIFE INSURANCE" şirketine açılmıştır.
AXA Şirketi aleyhine açılan dava ise ülkemizde de yakından izlenmiştir. Bu davada, şirketin, hak sahipleriyle sulhen sorunu çözerek onlara ödeme yapması, AXA'nın Türkiye'deki ortağı AXA-OYAK'ın Ordu Yardımlaşma Kurumu ortağı olması nedeniyle hoş karşılanmaz. Bununla birlikte, Türk vatandaşı Ermenilerin böyle davalara müdahil olmaları da birtakım tehditlere maruz kaldıklarından artmaz; bildiğimiz kadarıyla Türkiye'den sadece sekiz adet başvuru olmuştur.
OYAK da AXA ile ilişkilerini bu olaydan sonra tasfiye eder.
Sigorta şirketlerinden tazminat talebini içeren bir üçüncü dava da Victorien Versicherung sigorta şirketine ABD'de açılmış ve mahkeme hak sahibi lehine karar vermiştir. Sigorta şirketinin kararı temyiz etmesinden dolayı temyize gitmiştir. Dava halen temyiz aşamasındadır. Davanın temyiz aşamasında Nabi Şensoy, Türkiye'deki alışkanlıkla olsa gerek, mahkemeyi etkilemeye yönelik yukarıda bahsettiğimiz yazıyı/mektubu yazar. (Mektubun Türkçesini okumak için burayı, aslını görmek için burayı tıklayınız) Amerika'da kimse, Amerikan mahkemelerinin yapısı gereği yargıçlara müdahaleyi düşünmez. Dolayısıyla mahkeme de Şensoy'un mektubunu şaşkınlıkla karşılaşmıştır. Büyükelçinin talebine bir anlam veremeyip işleme koymaz
Ne diyelim: Allah ıslah etsin!..
15 Aralık 2008
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Henry Morgenthau, Büyükelçi Morgenthau'nun Öyküsü, Çev Atilla Tuygan, Belge Y.2005, s 249
--------------------------------------------------------------------------------
Belgeyi büyük boyda görebilmek için yukarıdaki küçük boy görüntülerinin üzerine tıklayınız. Belgeyi bilgisayarınıza kaydetmek için görüntülerin üzerine sağ tıklayınız ve "Hedefi Farklı Kaydet"i seçiniz.
--------------------------------------------------------------------------------
İlgili belgenin Türkçe çevirisi aşağıdaki gibidir:
Büyükelçi
Türkiye Büyükelçiliği
Washington
Ms. Melly Duyer,
ABD Dokuzuncu Daire Temyiz Mahkemesi
San Francisco
4 Aralık 2008
Sayın Duyer,
Kaliforniya Medeni Hukuk Prosedürünün 354.4 numarılı kısmın yasallığını içeren Victoria Versicherung ve Vazken Movsesian meselesinin olduğu kamu davası dosyasını dikkatli bir şekilde inceledim.
Davacıların Türkiye'nin toprakları içindeki egemenlik hakları üzerine hüküm sürmeyi -ki sizden bu konuda sakınmanızı rica ediyorum-sizden talep etmelerinden derin kaygı duyuyorum. Özellikle, davacılar mahkemeyi Osmanlı İmparatorluğu'nun son döneminde yaşayan Ermenilere karşı hükümetin planlı bir suç işleyip işlemediğinin araştırılmasına yönlendiren iddialar ortaya atmaktadır. Ayrıca, davacılar şikayetlerinde "Osmanlı İmparatorluğunu" ve "Türkiye"'yi birbiriyle değiştirerek kullanarak çeşitli biçimlerde "Türkiye'de yaşayan Ermeniler" ve "Türkiye'deki sigorta poliçelerine" ithamda bulunuyorlar fakat şikayet edilen olaylar Osmanlı İmparatorluğu'nda meydana gelmiştir. Sözümona kayıplarının temel nedeni olarak, Kaliforniya yasalarının içerdiği, "Ermeni soykırımı"ifadesine atıfta bulunuyorlar.
Birleşmiş Milletler Soykırım Suçunun Önlenmesine ve Cezalandırılmasına Dair Sözleşme'yi imzalayan ve onaylayan Türkiye Cumhuriyeti soykırım suçuyla ilgili tüm iddiaları ciddiyetle ele alır ve bu davranışı fazlasıyla Birleşik Devletler hükümetine iletir. Biz bu ağır suçlamayı yönelten herhangi bir Birleşik Devletler eyalet ya da federal yasası veya iddiasını ikili ilişkilere doğrudan engel olarak görüyoruz.
Bu nedenle, Yürütme Organı'nın arzusunu sözde Ermeni Soykırımına dair Birleşik Devletlerin pozisyonunu açıkça ifade etmeyen politika kararı olarak algılıyoruz. Görünen o ki, Birleşik Devletler yönetimi 1915 olaylarını gerçek bir tarihi çelişki olduğunu ve ne Türk ne de Osmanlı hükümetlerinin işlenen suç nedeniyle resmi tarafsız arabulucular tarafından işlenen suç için yargılanmadığını veya suçlu bulunmadığını anlıyor.
Tarihimize karşı kör bir bakışımız yok ve onu süren çalışmalar için değerli görüyoruz. Birinci Dünya Savaşı koşulları altında, Osmanlı İmparatorluğu'nun son yılları boyunca Osmanlı Ermeni ve Türklerinin karşılıklı, korkunç acılarının doğruluğunu kabul etmeyi ihmal etmiyoruz. Bu acılar, Türk toplumu içindeki güçlü tartışmanın konusudur. Üretken bir şekilde paylaştığımız tarihi araştırmak ve ortak anlayışa doğru yol alabilmek için Türkiye'nin Başbakanı, Ermenistan Cumhurbaşkanına hala arşivleri kapalı olan Ermenistanı dahil tüm ilgili ülkelerin arşivlerini inceleyecek bir araştırmacılar komisyonu kurulmasını teklif etmiştir. Umut edilen, tarihçilerin Osmanlı Ermeni ve Türk deneyimlerinin tüm hikayesini üretebilecekleridir.
Son olarak, Türkiye aslında bu tarihi tartışmaya dair eyalet iddialarını protesto etmiyor çünkü o dış ilişkilerini öncelikle Yürütme Organı olmak üzere, doğrudan Birleşik Devletler Federal Hükümetiyle kuruyor. Eyaletlerle benzer ilişkilere sahip değiliz. Tabii ki, çeşitli eyaletlerdeki Türk Amerikalılar ve diğerlerinin yasal ve tarihsel olarak uygun olmayan alanlardaki benzer kararlara tepki gösterirken aynı fikirde olduğumuza inanıyoruz.
Saygılarımla,
Nabi Şensoy
www.mavidefter.org
Kuva-yi Seyyare-Sait ÇETİNOĞLU
--------------------------------------------------------------------------------
Sait ÇETİNOĞLU
--------------------------------------------------------------------------------
Kuva-yi Seyyare ve komutanı Ethem Bey yakın tarihin kara kutularından ve resmi tarihin tabularından biridir. Teşkilat-ı Mahsusa'dan gelip gizli TKF'yi destekleyecek noktaya gelen ve 1921 yılı Ocak ayının üçüncü yarısına kadar tartışmasız Batı Cephesine hükmeden bir komutan hakkında bildiklerimiz çok az olduğu kadar komuta ettiği Kuva-yi Seyyare hakkında da çok az şey bilmekteyiz. Bu da sürgün hayatının acımasız şartları yanında resmi tarihin yıllar süren ambargosu ve tartışılmasının yasaklanması ile bu konuya ilişkin arşivlerin açılmamasından kaynaklanmaktadır.
Dönemin bütün şahsiyetleri gibi Ethem Bey'in de günlük tuttuğunu biliyoruz. Ethem Bey bu günlüğünün yayıncıda kaybolduğunu söyler. Bu günlük yerine 1962 yılında ona atfedilen Çerkes Ethem'in Ele Geçen Hatıraları adı altında tartışmalı bir hatırat yayınlanmıştır. Arada konuya resmi tarih perspektifinden bakan biyografiler yayınlanmışsa da bunlar da konuyu açıklamaktan uzak, resmi tarihin papağanlığından öteye gitmezler.
İlk kez kapsamlı bir Ethem Bey çalışması Emrah Cilasun tarafından "Baki İlk Selam"1 adıyla 2004 yılında yayınlanmıştır. Bu çalışmada Cilasun'un ilk kez yayınladığı Ethem Bey'in kısa Risale'siyle okurlar, Ethem Bey'in düşünceleriyle birinci ağızdan bilgilere erişebilmiştir. Ancak bu Risale de oldukça kısa bir çalışma olup, gerek Ethem Bey gerekse Kuva-yi Seyyare ve Ethem Bey'in ilişkileri konusunda yeterince doyurucu bir bilgiyi içermemektedir.
Kuva-yi Seyyare ile ilgili bilgilerimiz de Cilasun'un çalışması öncesinde oldukça sınırlıydı. İlk kez kapsamlı bir çalışma ile karşılaştık. Emrah Cilasun'un İlk kez konuya sınıfsal açıdan bakan çalışmasında Ethem Bey'i hain çizgisine düşüren Kuva-yi Seyyare ile Kuva-yi Milliye arasındaki çatışma nedir ve Kuva-yi Seyyare nedir sorularında sözü Cilasun'a bırakıyoruz2:
Ethem Bey'i "hain" ilan eden ya da tam tersi, onun şahsında bir "Pan-Tür-kist" keşfeden Türk resmi tarihinin sağ ve sol yorumcularını bir tarafa bırakacak olursak, Kuva-yı Seyyare ile Kuva-yı Milliye arasındaki antogonizmaya görece bilimsel bakmaya çalışan üç yaklaşım vardır.
"Araştırmacı Doğu Ergil, Çerkes Ethem olayını merkez-çevre çelişkisi olarak koyup, zorunlu bir çatışma diye yorumlamaktadır." Mete Tuncay ise, "Milli Mücadele, Anadolu'nun hemen her yerinde sınıflararası bir ulusal birlik havası içinde ve özellikle yerel eşrafın parasal desteğine dayanarak yürütülüyordu. Ethem'in davranışları ise, bu tutumla çatışmaktaydı. Onun zenginlere baskı yaparak zorla para toplaması, Milli Mücadele cephesinde bir bölünmeye varmasından korkulabilecek tepkiler doğurmuştu. Bunun için de, Kuva-yı Seyyare'yi ortadan kaldırmak zorunlu olmuştu" demektedir. Öte yandan Japon tarihçi Yamauchi Masayuki, "konformistlerle nonkonformistlerin arasındaki çelişki"den bahsetmiş ve bir müddet sonra da "nonkonformistlerin, anti konformiste, dolayısıyla da anti-Kemalist'e" dönüştüklerini belirtmiştir.
Bütün bu değerlendirmeler üst üste konulduğunda, "merkez-eşraf-kon-formist" olanla, "çevre-zenginlere baskı yapan-nonkonformist" olan kim sorusu ortaya çıkmaktadır. 700 senelik Osmanlı İmparatorluğu çöküp giderken, harabenin içinden yeni bir binanın inşası gerekmekteydi. Fizik kanunları nasıl boşluk kaldırmaz ise, siyasetin de boşluk kaldırması beklenemezdi. Boşluğu kim, hangi proje ile nasıl dolduracaktı? Bunun için bir hareket gerekiyordu. Hareketin adına "devrim" dendi. "Devrim" ise adını, "Türk burjuvazisinin önderi Mustafa Kemal Paşa'dan almakta" idi. "Devrim'in başına Türk ticaret burjuvazisi geçti" ("merkez-eşraf-konformist"). "Türk ticaret burjuvazisi" başından beri, parçası olduğu uluslarası sistemin o yıllardaki temsilcilerine, savaşın galipleri konumundaki İtilâf devletlerine her zaman kapıyı açık tuttu. Büyük güçlerin ve kendi çıkarlarının temel alındığı bir sistem için, oluşturmakta olduğu politik düzen, kaçınılmaz olarak "bütün demokrasilerden uzak bir diktatorya" idi.
Ne istediğini bir program ile deklare etmiş3 ve başından beri Osmanlı'nın kurumlarını (örneğin orduyu) devralmış olan "merkez"in karşısında duran "çevre" ise, her şeyden evvel yapısı gereği ikili bir niteliğe sahipti. "Çevre" son derece eklektikti, Bir yandan yabancı istilacılara düşmanken, Öte yandan, ideolojik düzlemde karşı tarafın dünya görüşünden beslendiği için ondan tam, anlamıyla kopamamaktaydı.
Hitap ettiği kitle, esasen toplumun en yoksulları olan köylü kitlesiydi. Siyasi hattı ise çelişikti. Sosyal tabanına uymayan bir gelenekten, İttihatçı gelenekten geliyordu ama "Pan- Türkist" değildi. Müslümandı ama "Bolşevizm"e sempati duyuyordu. Ufukları son derece dardı. Keza, milliciydi. Kendisinden daha radikal ve daha tutarlı bir dünya görüşünün (Sosyalizmin) ağır bastığı ortamlarda oraya doğru eğiliyordu. "Çevre-zenginlere baskı yapan- nonkonformistler" olarak "merkez- eşraf- konformistler'e meydan okuyordu. Temsil ettiği köylü kitlelerinin yüzünü güldürüyor, kendisinin o andaki duruşuna ilişkin, "komünizmin, ona bir Müslüman ahlakı atfeden, ilkel ve bilisiz, fakat nisbeten dürüst yorumları" diye tahliller yapılıyordu. Fakat tüm bunlara rağmen "çevre-zenginlere baskı yapan non-konformistler" gene de kendi güçlerine güvenmiyorlardı. Kendisine vaad edilen desteği bulamayınca, bu sefer de kopamadığı ve dünya görüşü açısından beslendiği yere doğru eğiliyordu. Bu durum ister istemez, sosyal tabanının kafasını karıştırıyor, dolayısıyla güçlerinin dağılmasına sebebiyet veriyordu. Siyasi duruşu itibariyle "ikiyi bir etme"ye çabalıyordu. Sergilediği eklektizm, siyaset sahnesinde büyük güçlerin güvenini elde etmiyordu. Artık çok geçti. Hakkındaki ferman çoktan verilmişti. Can havliyle ordan oraya kaçmaktaydı. Dışarıda büyük güçler tarafından, kendisine kâh "Alman", kâh "Antant ajanı" deniyor, içerde de "merkez-eşraf- kon-formistler" tarafından "hain" ilan ediliyordu, Ethem Bey ve güçlerinin konumu, özü itibariyle buydu. Bütün "günah"ları burada saklıydı... Resmi tarihin "hain" damgası bir ayrışım çizgisidir, Ethem Bey'in -saydığımız "günah"larına rağmen- Ankara'ya kafa tutmasının bedelidir. "I50'likler"e çıkartılan "af a cevaben, "dik başlılığını koruyup geri dönmemesi, Ethem Bey'in, bu ayrışım çizgisinin bilincinde olduğunun kanıtıdır. Ölünceye dek, 2 Şubat 1921 'de, hasımlarına yolladığı telgrafın son cümlesine sadık kalmıştır "Baki ilk selam."
Bu misyonu yüklenen Kuva-yi Seyyare'nin bileşimi de oldukça geniş bir yelpzeyi kucaklamaktadır. İçinde Bolşevik Taburu bulunduğu gibi cephede aktif olarak savaşçı kadın gerillalardan sınıfsal boyutu gibi Ankara İstiklal Mahkemesi kararından zikredilen Artin'den4 saflarında yerli gayrimüslimlerin olduğunu, ekli belgeye göre Kuva-yi Seyyare'de başka ülkelerden muhariplerin bulunduğunu gösteriyor: 20.3.921 gün ve 747 sayılı kararname ile başbakanlık cumhuriyet arşivinde BCA. 30.18.1.1/2.39.14 numarayla kayıtlı olan: "Çerkes Ethem çetesiyle çalışıp onlardan ayrılan Avusturyalı Stap ismindeki teğmenin kendi isteğine binaen yurtdışına çıkarılması" kararından Kuva-yi Seyyare'nin uluslararası boyutunun da olduğunu anlıyoruz.
Belgeyi büyük boyda görebilmek için yukarıdaki küçük boy görüntülerinin üzerine tıklayınız. Belgeyi bilgisayarınıza kaydetmek için görüntülerin üzerine sağ tıklayınız ve "Hedefi Farklı Kaydet"i seçiniz.
--------------------------------------------------------------------------------
1) Emrah Cilasun "Baki İlk Selam" Çerkes Ethem, Belge Yayınları, 2004
2) Emrah Cilasun "Baki İlk Selam" s 80-82
3) Sivas Kongresi üyesi ve İtihatçıların ve Kemalistlerin Sivas mebusu Rasim Başara Kuva-yi Seyyare'nin misyonunun daha Sivas kongresinde belirlendiğini Mustafa Kemal'in şu sözleriyle doğrular: "Düşmanlarımızdan büyük devletlerin üzerimize ordular sevkile yeni baştan bir mücadeleye girmelerine bugünkü dahili ve askeri vaziyetleri asla müsait değildir. Bundan emin olmak lazımdır. Bizim mukavemetimize karşı ellerinde kullanacakları yegane kuvvet, yegane silah Yunan Ordusudur. Bir taraftan birkaç ay Gerilla muharebesile düşmanı işgal eder, diğer taraftan da yeni baştan ordumuzun tanzim ve takviyesile muntazam bir cephe teşkil edersek biraz geç de olsa Yunan ordusunun behemmal hakkından geliriz." Rasim Başara, Kıymetli Bir Hatıra, Tasviri Efkar,29 Ekim 1943
4) Çerkez Ethem Ayaklanması sonucu Yunanlılara iltica eden Ethem ve avanesi hakkında Ankara İstiklal Mahkemesi kararı: 1. sırada Ethem Bey , 7. Sırada Artin Zikredilir.İlhami Soysal, Kurtuluş savaşında işbirlikçiler, Gür Y. 1985. s 217, Aktaran: Emrah Cilasun "Baki İlk Selam" ... s 118
www.mavidefter.org
Soykırım'ın mimarı Talat
Resmi tarihçilerden Murat Bardakçı, "Talat Paşa'nın Evrak-ı Metrûkesi" adlı yeni kitabı için onunla söyleşi yapan bir gazeteciye, "Tehcir öncesi ve sonrasındaki fark 972 bin 246. Ama 1915 bir soykırım değildir. Ya tehcirdir ya da mukatele." dedikten sonra ekliyor: " Talât Paşa gerekli olan şeyi yapmış bir devlet adamıdır, bu kadar basit." Bu kadar basit değil! Soykırımcı Talat'ı bir de Sait Çetinoğlu'ndan dinleyelim...
Sait ÇETİNOĞLU
--------------------------------------------------------------------------------
Tarih, 15 Mart 1921. Yer, Berlin.
Birinci Emperyalist savaşa bir emperyalist kampa Turan hayalleriyle gözükara bir şekilde dahil olup yenilgi sonrasında bir Alman denizaltısıyla Almanya'ya kaçan İttihatçı lider Talat Paşa, tütün almak için sabah saatlerinde evinden çıktı. Hardenberg Caddesi'nde 100 metre yürümüştü ki, İran'dan gelen 24 yaşındaki Soykırım suçlularının cezalandırılmaması karşısında bu suçları işleyenlerin peşine düşen Şahan Natali'nin liderliğindeki Nimesis örgütünden Sogomon Tehleryan tarafından vurularak öldürüldü. Üzerinden "Mehmed Sai" adına düzenlenmiş sahte kimlik çıktı. Tehleryan'ın Berlin'de yapılan duruşmasında beraat eder. Bunda Ermeni halkına uygulanan Soykırımın rolü olduğu kadar Almanların da b u Soykırıma olan dahilleri gündeme gelmemesi için kısa süren duruşmada Tehleryan beraat etmiştir. NYT Gazetesi muhabiri 16 Mart günü Berlin'den Talat'la ilgili şu haberi verir:
"ALMANYA'NIN DOSTU OLARAK TALAT'IN YASI TUTULDU
Öldürülmüş eski vezirin bir Berlin Bankasında 10,000,000 mark değerinde servete sahip olduğu belirtildi.
Berlin, 18 Mart- Alman basını, Türkiye kesin olarak yıkılmadan bir kaç gün öncesine kadar Almanya'nın hakiki dostu kalan Talat Paşa'nın ölümüne yas tutuyor.
Otoriteler, Talat'ın Berlin'deki varlığından habersiz olduklarını söyledi. Talat takma isimle Hardenbergstrasse'da yaşadı fakat onun buradaki hemşerilerinin bazıları onun varlığını biliyordu ve Talat, genellikle ülkesini sefaletten kurtarmaya gelen adam olarak algılandığı Motzstrasse'deki Türk Derneği'ne bazı zamanlar giderdi.
Talat'ın eşi de Said Ali Bey'in hanımı kişiliğinde (adı altında) Berlin çevresinde çok iyi tanınırdı. Çok kibar, modern ve kadın özgürlüğünün savunucusu olarak düşünülürdü. Talat'la evlenmeden hemen önce, açıkça örtüsüz görünerek Türk ulemasının öfkesine meydan okuduğuna dair rivayet vardır. Talat'ın işleriyle derinden ilgileniyor ve İstanbul'daki belirli çevrelerle sürekli iletişim halinde olduğu söyleniyordu.
Talat, modern Hardenbergstrasse'de çok geniş bir apartman kiralayabilecek ve kendisini Avrupa ve Türk konforuyla donatabilmesini sağlayacak kadar bol miktarda paraya sahipti. Talat'ın, Deutsche Bank'daki kasada saklanan 10,000,000 marktan daha fazla olan servete sahip olduğuna dair hikayeler vardır."
Talat Paşa'nın cenazesi uzun yıllar Türkiye'ye getirilemedi ve Almanya'da bir kilisede muhafaza edildi. Adolf Hitler, Türk-Alman ilişkilerini kuvvetlendirmek için özel bir jest yapıp Talat Paşa'nın kemiklerini 25 Şubat 1943 tarihinde Türkiye'ye gönderdi. Talat Paşa'nın cenazesi askeri törenle, Abide-i Hürriyet Anıtı'nın sağ yanındaki 50 metre uzaklığa defnedildi. Talat'ın cenazesinin getirilişinin bir de eşi Hayriye Hanım (Bafralı) tarafından nakledilen hikayesi vardır:
"...1931 yılında, Almanya'da bulunduğumuz yıllarda en yakın dostlarımızdan biri olan eski Deutsche Bank Müdürü Wassermanbana bir mektup gönderdi. Alman kanunlarına göre. Bir cenazenin gömülmeden en fazla on sene bekleyebileceğini söyleyerek, müddetin dolmak üzere olduğunu ve karar vermemi istedi.
Aradan geçen on yıl boyunca en büyük isteğim, Paşa'nın kemiklerini Türkiye ye getirtebilmekti. Mektupla birlikte... Şükrü Saraçoğlu'na gittim. Meşrutiyet öncesinde Paşa'nın kendisine birçok yardımları olduğunu her vesileyle söylerdi. Konuyu açtım, ‘Bu iş beni aşar, gelin sizi Atatürk'le görüştüreyim' dedi.
Ankara'ya, Çankaya Köşkü'ne gittik. Mustafa Kemal ile çok eski yıllardan gelen bir dostluğumuz vardı, özellikle Birinci Dünya Savaşı yıllarında Paşa ile görüşmeler yapmak üzere evimize sık sık gelir, annesi Zübeyde Hanım, kayınvalidemle Selanik'te başlayan dostluğunu İstanbul'da da devam ettirirdi.
Çankaya'da başlayan görüşmemiz o akşam Tahsin Uzer'in evinde devam etti. Bazı bakanların da iştirak ettiği konuşmamızda Atatürk, Paşa'nın kemiklerinin nakli konusunda uzun uzun düşündü. ‘Paşam, Talât, rahmetinize muhtaç. Kanı orada döküldü ama, müsaade edin cenazesi vatanına gelsin' dedim.
Atatürk ‘Biliyorsunuz Hayriye Hanım, Talât Paşa'yla hiçbir düşmanlığımız yoktu. Birinci harbe girmemizden onu hiçbir zaman suçlu görmedim, harbe katılmaya mecburduk, İstiklâl Savaşı sırasında da Paşa'nın bizi arkamızdan vurması muhtemel azınlıkları önceden naklettirmesinden büyük fayda gördük' diyerek, ‘Cenazesinin naklini benden şu anda istemeyin, Almanya ile bu konuda görülecek hesabımız var, izin verin şimdi gömülsün, zamanı gelince onu bizzat ben getirtirim' cevabını verdi.
Ancak, bu işi yapmasına ömrü kifayet etmedi."
Savaşa dahil olmakla imparatorluğun tasfiyesine neden olmakla birlikte Tehcir olarak nitelendirdiği uygulama ile de, yüzyıllardır anayurtlarında yaşayan Ermenileri Soykırıma uğratarak bu coğrafyadan silen Talat, 1876 yılında Edirne'de doğdu. Askeri rüştiyenin son sınıfında diplomanın verildiği sırada bir öğretmenini dövmesiyle okuldan uzaklaştırılır. Babasının dostlarının araya girmesiyle tekrar okuluna dönüp diplomasını alır ancak diploma geç verildiği için Askeri idaiye gidemez. Talat'ın okul hayatı burada sona erer. Edirne posta telgraf idaresinde katiplik görevi ile devlet kapısını aralar. Bir süre sonra katipliğin yanında Alyans Israelite okulunda Türkçe öğretmenliği görevini de yürütecektir. Bu okuldaki görevi sırasında düşünce yapısında yeni gelişmeler filizlenir. Fransız Devrimi ile tanışır, Okul eğitiminin Siyonist ilkeleri doğrultusunda turtsuz Musevilerin bir ulus ve buna bir yurt yaratma düşüncelerinden etkilenir. Bu sırada İttihat ve Terakki Cemiyeti üyesi Hafız İbrahim'le tanışması Cemiyetle de tanışmasına vesile olacaktır. Mithat Şükrü (Bleda) vasıtasıyla da Cemiyete üye olur. Talat'ın dahil olduğu Edirne'deki Grubun ihbar edilmesi sonucu 1895 yılında Talat gözaltına alınır. Mahkemede 3 yıl ceza alır, iki yıl sonra bir affı şahane ile serbest bırakılarak Selanik'e gönderilir. Her sürgünde olduğu gibi Talat'a da Selanik'te bir maaş verilmektedir. Talat burada Cemiyet sempatizanlarıyla ilişki kurmada gecikmez. Yeni bir çevre edinir. Bu yeni çevre sayesinde daha sonra Selanik posta idaresinden seyyar posta memurluğu görevi verilecektir. Bu yurt dışından gelen yayınların ve bildirilerin Talat'ın eliyle ilgililere rahatça ulaştırılması demektir. Bu görev aynı zamanda ilişkileri kurmada ve geliştirmede Talat'a ve Cemiyete çok önemli bir kolaylık sağlayacaktır. Talat bu işlevi gözü kara bir şekilde yerine getirir. Mithat Şükrü "Talat, hepimizden daha cesur, daha atak, dünyaya metelik vermeyen bir karaktere sahipti. Önünde, arkasında dolaşan hafiyelere rağmen davranışlarından sapmıyor, hatta onlarla dalaşmaktan geri kalmıyordu" der. Talat'ın Selanik'teki muhalifleri toparlamasına ve Cemiyeti yeniden şekillendirmesinde bu seyyar posta görevi önemli avantajlar sağlamıştır. Eylül 1906 da Cemiyet sempatizanlarını bir araya getirerek gizli Osmanlı Hürriyet Cemiyeti'ni teşkil ederler, bu ilk toplantıda, Askeri rüştiye müdürü kaymakam/yarbay Bursalı Mehmet Tahir, Askeri rüştiyenin Fransızca hocası binbaşı Naki (Nakiyüddin Yücekök) Bey, Üçüncü Ordu müşavirlik yaveri (Makedonya ıslahatında görevli İtalyan general Degergis'in yaveri) yüzbaşı Kazım Nami (Duru), Eski İzmir valise Rahmi (Arslan) Bey, yüzbaşı Hakkı Baha (Pars) Bey, yüzbaşı Edip Servet (Tör), yüzbaşı İsmail Canbolat Bey, yüzbaşı Ömer Naci ve Mithat Şükrü (Bleda) bulunmaktadır. Tahmin edileceği gibi grubun lideri tartışmasız olarak Talat'tır. Bir heyet-i Aliye seçilir, bu heyet, Talat, Canbolat ve Rahmi Beylerden oluşmaktadır. Sonraları bu heyete Merkezi Umumi adı verilecektir. Cemiyette bütün kararlar bu heyet alacak diğerlerine onaylatılacaktır. 1907'den sonra Talat artık Selanik'te dikkat edilen ve önemsenen bir kişiliktir. Selanik'te Bulgar ayrılıkçıların eylemleri Talat'ta silahlı mücadelenin önemini kavratır ve Ordu içinde teşkilatlanmaya hız verir. Selanik'teki on kişilik çekirdeğin 7'si asker kökenlidir. Bu nitelik ordu içinde teşkilatlanmada bir avantaj sağlayacaktır. Selanik'teki çekirdekten sonra Manastır'da örgütünün kurulması izler. Manastır'da Enver önemli rol oynayacaktır. Örgüte alınacakları saptar, merkezi umuminin onayını alarak onların yeminini yaptırarak Manastır örgütü kurulur. Bu şubenin karakteri ise üyelerinin askeri kimliğidir. Manastır şubesinin önemli üyeleri arasında Resneli Niyazi ve Kazım Karabekir sayılabilir. Karabekir'in örgüte katılması Manastır örgütünü güçlendirdiği gibi ardından tayin edildiği İstanbul'da örgütün kurulması ve gelişmesinde önemli bir rol oynar.
Cemiyet silahlı kuvvetler çevresinde hızla yayılmış, asker ve sivil üyeleri artmış, gizli ve ihtilalcı bir güç olmuştur. Paris'tekiler de ülke içinde oluşan bu güce ilgisiz kalamazlar. Selanik'e gizli olarak gelen Paris temsilcisi Dr. Nazım birleşme anlaşması yapmış ve örgüt Terakki ve ittihat ismini almıştır. 1908'e gelindiğinde Rumeliyi artık sadece örgüt kontrol etmektedir. 10 Temmuz/23 Temmuz 1908'de de İstanbul'u kontrol edeceklerdir. Talat'ın örgütü artık Cemiyet-i Mukaddes'tir. Talat' yanında Hafız Hakkı, Necip, Rahmi ve Hüseyin(Tosun) Beylerle birlikte 19/31 Temmuz 1908'de İstanbula el koymak için Selanik'ten İstanbul'a hareket eder. İplerin Cemiyet'te (aslında Talat'ta ) kalmak kaydıyla hükümetlere üye olarak Cemiyet'ten kabineye katılan olmaz ve Sultan Hamid'e de dokunmazlar. Ta ki 31 Temmuz/13 Nisan 1909 tarihine kadar. Bu tarihte bir askeri ayaklanma olur ve Talat bir ara kontrolü kaybeder. Ayaklanmacılar Talat'ı aramaktadırlar (Talat'ı, daha sonra 1915'te ölüme göndereceği Kirkor Zohrab, saklayarak kurtaracaktır. 1915'te Talat kendisine yapılan bu yardımı unutmuştur. Zohrab,1 Haziran'da Talat'la yaptığı görüşmede Soykırımı kastederek ‘Neden bu suçu işliyorsunuz?' Talat, ‘size verecek cevabım yok, biliyorsunuz Ermeniler haindir' yanıtını verir. Zohrab'da ‘Şunu biliniz ki, bu kadar kolay kurtulamayacaksınız bu sorumluluktan; ben size hesap soracağım' der. Akşam yeniden Beyoğlu'ndaki Cercle d'Orient Kulüp'te -İstiklal Caddesindeki şimdiki Saray Muhallebicisi'nin üstü- buluşurlar ve beraber yemek yiyip kağıt oynarlar. Bu çok sıradan hep yaptıkları bir şeydir. Zohrab gece yarısı çıkar ve -şimdiki Gümüşsuyu Askeri Hastanesinin karşısındaki Gümüşsuyu Palas Apartmanının 3. katının sol dairesi- evine gider. Sabaha karşı evine gelen polisler onu alıp ölüm yürüyüşüne götürürler) Selanik'ten gelen Harekat Ordusu güvenliği kısa sürede sağlar ancak bu olay sultan Hamid'in sonu olacak, tahtan indirilerek sürgüne yollanacak yerine Talat'ın kolaylıkla kontrol edeceği Mehmet Reşat'ı sultan olarak tahta geçireceklerdir. Bu değişim dönemin kartpostallarında da görülür. 1908 de Sultan Hamid yanında resmedilen Enver ve Niyazi'ye bunlar kim? diye bakmakta iken, 1909 da Enver ve Niyazi'nin ortasında yer alan Sultan Memet Reşat'ın bakışı ben kimim? Anlamındadır. 1909 da aynı anda Kilikya'da Ermenilere karşı yerel İttihatçıların kışkırttığı geniş çaplı bir katliam hareketi başlar. İstanbul'da ki ayaklanmayı kontrol altına alan Talat, Adana'ya da Dedeağaç'tan bir taburu asayişin temini için gönderir. Bu sırada ateşkes ilan edilmiş Ermeniler büyük güçlerin araya girmesiyle silahsızlandırılmışlardır. Dedeağaç taburu nezaretinde silahlı milislerce ikinci kıyım başlatılır ve Ermeniler 30 bin civarında kayıp verirler. Bu katliamda, Ermenilerin dışında diğer gayrimüslimlerden (Asuri/Süryani, Rum) ve Arap milliyetinden kişiler hatta Amerikan misyonundan kişiler hayatlarını kaybederler. Adana'da 1909'da 1915'in bir anlamda provası yapılmıştır. Mizancı Murat bu olaylardan İttihat ve Terakki'yi sorumlu tutar.
Katliamların provokatörü İtidal Gazetesinin sahibi ve başyazarı İhsan Fikri'dir. İhsan Fikri, yayınlarıyla Müslümanları tahrik ederek olayların başlamasına sebep olmuştur. İhsan Fikri, olaylar sonunda bir ceza da almamıştır. Oğlu Cavit Oral yıllarca, CHP, DP ve AP sıralarına mebusluk hatta bakanlık görevlerinde bulunur.
1908'de Selanik'te başlayan bir askeri darbe ile yönetimi ele geçiren Talat, 1912'de yine bir askeri grup olan Halaskar-ı Zabitan tarafından ikinci kez iktidardan uzaklaştırılır. Tekrar iktidarı eline geçirmek için Talat bakanlar kurulunu basıp nazırlardan birinin öldürüldüğü meşhur Bab-ı Ali baskınını tezgahlayarak imparatorluğa el koyar. Artık ipler tamamen Cemiyet'in (Talat'ın) elindedir. O gün Talat'ın yönlendiriciliğinde eli silahlı imparatorluğa el koymak üzere bab-ı Ali'nin önünde olanlar. Cemal, Enver, Kardeşi Nuri, amcası Halil ve Yakup Cemil aynı zamanda Ermeni Soykırımını gerçekleştiren kadro olması tesadüf değildir. O gün orada olanlar 30 Ekim 1918 tarihli Mondros Mütarekesi'yle imparatorluğun çöküşüne kadar imparatorluğun kaderini elinde tutarlar.
1915'te de Talat mimar olarak Soykırımdan başka bir şey olmayan tehciri tezgâhlayacak diğerleri uygulayacaklardır.
Başvezir Talat, 2 Kasım sabahının erken saatlerinde Bir Alman gemisiyle kaçırılır. Talat'ın İstanbul günleri sona erer.
Talat, Almanya'dan da Kemalist harekete destek verir. Hareketin liderleriyle yazışmalarını sürdürür. Almanya'da da Ermenilere ilgisini esirgemez. Ermenistan Cumhuriyetine askeri harekât için Karakekir'i cesaretlendirir. Karabekir'e bir mektubunda; Azizim Karabekir, eğer askeri hazırlıklarını tamamlamışsan taarruzunu başlat demesi Ermenilerle ilgisini hala kesmediği anlaşılmaktadır.
15 Ocak 2009
www.mavidefter.org
Bir Osmanlı komutanının soykırım güncesi /Sait Çetinoğlu
Osmanlı ordusunda paralı askerlik yapan ve tugay komutanı olarak görev yapan Rafael de Nogales'in anıları, Türkçede yayınlandı. Ermeni soykırımının tanığı olmasının yanında, tehcir ve katliamların yoğun olarak uygulandığı bölgelerde üst düzey bir görevli olarak da yer alan Nogales'in anlarını, yazarımız Sait Çetinoğlu değerlendiriyor.
Sait ÇETİNOĞLU
Türkiye'deki Ermeni kırımının çapraz sorgusuna Osmanlı komutanı Rafael de Nogales de katıldı. Osmanlı ordusunda önemli üst düzey görevlerde bulunan ve Venezüellalı bir paralı asker olan Nogales'in, dünyanın değişik yerlerinde çeşitli ordularla katıldığı savaşlar koleksiyonundan Osmanlı ordusundaki 4 yıllık deneyimi ve gözlemleri nihayet Yaba Yayınları tarafından Türkçede tam metin yayınlandı.[1]
Sofya Elçisi ve M. Kemal'in yakın arkadaşı (aslında Fethi Okyar'a mutemet adamı demek daha doğru olur, o sırada M. Kemal de Sofya'da askeri ateşedir) tarafından Osmanlı Ordusuna angaje edilen Nogales'in yazdıkları şu açılardan önemlidir: Birincisi Nogales, bir paralı askerdir, Nogales için hangi cephede ya da hangi tarafta olduğunun bir önemi yoktur. 1. Savaş sırasında Avrupa'daki herhangi bir orduda kendine yer bulamadığından Osmanlı ordusuna katılmış ve savaş boyunca Osmanlı ordusunda tugay komutanı düzeyinde görev yapmıştır. İkincisi, Nogales Ermeni hayranı bir kişi değildir. Üçüncüsü, Nogales tehcirin başlangıcından itibaren soykırım sürecine tanıklık edeceği bölgelerde ve görevlerde bulunmuştur. Nogales'in tanıklığı, tehcirin baştan sona "içeriden" birinin, tehcir ve katliamların yoğun olarak uygulandığı bölgelerde üst düzey görevli birinin tanıklığı olup bu niteliği bakımından emsalsizdir.
Nogales yukarıda da söylediğimiz gibi Ermeni hayranı biri değildir. Ermenilerle ilgili yargıları olumsuzdur. Günlüğünde Ermeniler için hiç de iyi sıfatlar kullanmaz. Bu bakımdan yazılarının taraflı olduğundan söz edilemez. Nogales gördüklerini neredeyse günü gününe resmetmiştir.
Nogales'in Hatırat'ının İttihatçıların sağlığında yayınlanması ve yazdıklarına ilişkin herhangi bir itiraz sesinin gelmemesi de, esere önemli bir nitelik kazandırmaktadır. Hatta ilgili bölümleri 1931 yılında Türkçeye de çevrilmiştir.
Tehcirin en yoğun olduğu dönemde, tehcir bölgesindeki Osmanlı güçlerinin genel denetçiliği görevinde bulunan ve Van kuşatması sırasında topçu bataryalarını yöneterek kıyıma fiilen iştirak eden Nogales, Ermenilerin yaşadığı trajedinin kendi deyimiyle resmi tanığıdır. Kendisi bunu, "Ermeni toplu-kıyım ve zorunlu göçüne resmen tanık olmuş tek Hıristiyan olarak anlatmak isterim. Üstelik de o zamanlardaki görevim, [Batı] Ermenistan'daki Türk Güçlerinin genel denetçiliğiydi" sözleriyle görevinin önemini ve gözlemlerinin paha biçilmezliğini vurgular.
İttihatçıların Hamid'ten ödünç aldıkları Pan-İslamizmin kıyımdaki rolüne işaret eder. Din adamından başka her şeye benzeyen Şeyhülislam Hayri Efendi'nin Cihat fetvasının önemini vurgular. Bu fetva aynı zamanda Osmanlı Hıristiyan vatandaşlarının yok edilmesinin de ‘dinsel' temelini oluşturacaktır. Hamid dönemindeki Ermeni katliamlarında da din adamlarının fetva ve kışkırtmaları, kırımları önemli boyutlara yükseltmiştir. "Pan-İslamizmi kullanarak ulusal sınırları genişletmek, Ermenileri ve Osmanlı Hıristiyanlarını ortadan kaldırmak bahanesiyle halkı kandırdılar" sözleri bu gerçeğin ifadesidir.
Nogales, Jöntürklerin, savaş sırasında Hıristiyan vatandaşlarına karşı uygulamalarıyla barbarlığın en alt düzeyine indiklerinin altını çizer. Günlüğünde şahit olduğu barbarlıkları yazmaya elinin varmadığını söyler. Biz de Nogales'in günlüğünde şahit olarak yazdığı vahşet karşısında dehşete düştüğümüzden Ermeni halkının maruz kaldığı vahşetin örneklerini verirken seçici davrandığımızı özellikle belirtelim. O dehşeti yazmaya bizim de elimiz varmadı, parmaklarımız titredi.
Nogales günlüklerinde, Osmanlı Ermenilerinin maruz kaldıkları kırımların bir kronolojisini vererek, "Dünya Savaşı çıkınca toplu kıyımlar yeniden başladı. 1914 yılından önce Türkiye'de yaşayan 2,5 milyon Ermeni'den 500.000'inin bile yaşadığından kuşkulu" olduğunu ifade eder.
Nogales deneyimli bir asker olarak iyi bir gözlemcidir. Birlikte çalıştığı asker ve sivil yöneticileri gözlemlediği ve portresini çizdiği gibi, görev yaptığı bölgelerin de net fotoğraflarını çeker. 1915 Nisan başlarında daha tehcir başlamamıştır ancak Ermeniler bir şeyler sezinlemektedir ve huzursuzdurlar. Erzurum'dan geçerken Ermeni halkının bu endişelerini gözler. Buradan başlayarak soykırım sürecinin tanığı olarak soykırımın güncesini tutacaktır.
Hınıs'la ilgili gözlemleri 1915 Nisan ayı ortalarına aittir. Hınıs'taki Ermenilerde de aynı endişe vardır ve Nogales birkaç hafta sonra endişelerin gerçek olduğunun notunu düşer. Nogales Hınıs'ta gördüğü amele taburlarının durumunu da resmedecektir. Daha sonraki günlerde geçtiği yerlerdeki amele taburlarından yine söz edecektir. Siverek yakınlarında rastladığı Ermeni askerlerden kurulu amele taburları mensuplarının acı akıbetine tanık olup günlüğünü not düşecektir.
Muş'a geldiğinde bu kez yabancı misyonerlerin ve Ermeni liderlerin endişeleriyle karşılaşacak, ancak onları avutarak sakinleştirmeye çalışmaktan başka bir şey yapmayacaktır.
Kuşatmanın yöneticisi olarak Van direnişinin en önemli tanığı olacaktır. Nogales, Van direnişini günü gününe kaydederek kuşatmayı ayrıntılarıyla anlatır. Van'a gidişinde Van yolu boyunca karşılaştıklarını anlatırken, notlarına "Van'a giden kanlı yol" başlığını koyacaktır. Yol boyu çetelerin katliamlarına şahit olur. Nogales Adilcevaz'daki provokasyonları anlatırken idarecilerin ikiyüzlülüğüne işaret ederek kıyımları yöneticilerin örgütlediğinin altını çizer. Yöneticiler çetelerin başında kendi yurttaşlarını katletmektedirler. Emrindeki askerleri çekerek çetelerin icraatını seyretmekten başka bir şey yapmaz. Adilcevaz'dan tekne ile Van'a geçerken karşılaştıkları karşısında artık şaşırmayacak kadar ortama alışmış ve duruma vakıf olduğunu görüyoruz. Nogales artık ortama uyum sağlamıştır. Silah sesleri deliksiz uyumasına engel teşkil etmediği gibi, bir taraftan kıyımlar yapılırken Kürt şeyhleriyle kahvaltı etmekten geri kalmaz. Tanık olduğu bütün bu görüntüleri dudağında bir gülümsemeyle seyrettiği için okurdan özür diler. Nogales Van'a ulaştığında artık "Yaptığımız karşılıklı dövüş veya rastlantılara dayanan çarpışmalar değil düzenli bir kuşatmaydı" dediği Van kuşatmasını yönetmektedir. Dağ toplarıyla birlikte buyruğu altındaki birlikler aşağı yukarı bir tümeninki kadardır. Yani 10 bin-12 bin kişi kadar... Bu sayı, kuşatmanın başarısına göre, talan ve çapul için azalıp çoğalan Kürtlere göre değişmektedir. Emrindeki jandarmalar için de "çoğu eski komiteci ve haydutlardı" diyerek, kuşatma sırasında şahit olduğu barbarlıkları bir bir kaydeder.
Nogales anılarında Cevdet Bey'le[2] olan ilişkilerinden söz eder. Cevdet Bey'i şöyle tanımlar: "Cevdet Bey, aslında insan biçiminde bir panterdi." Valinin maiyeti ile akşamları ziyafet sofrasının baş konuğudur. Gündüz katliam yapıp gece kutlamalarını yapmaktadırlar.
Nogales Van kuşatmasının nasıl sona erdiğine şöyle bir değinerek (Enver'in damadı Cevdet Bey ve Enver'in amcası Halil Bey, Siirt, Bitlis, Muş ve Sason toplu-kıyımlarını gerçekleştirmek için kuzeye yürürlerken) yeni bir görev için Halep yolunu tutar. Geçtiği yerler aynı zamanda tehcir/ölüm kervanlarının yoludur. Şahit olduklarını burada yazmaya cesaret edemediğimizi bir kez daha belirtelim. Vahşetin sınırı yoktur.
Yazarımız "romantiktir" de aynı zamanda, "Sabah daha güzel olamazdı. Bu güzelliği, duman çıkan yıkıntı haline gelmiş Hıristiyan köyleriyle leş kokuları bozuyordu" diyerek yol boyunca rastladığı vahşetin sonuçlarını kaydedecektir.
Nogales sadece Ermenilerin kıyımını resmetmez, bölgedeki diğer kadim Hıristiyan topluluklarının ve önderlerinin başına gelen vahşeti de resmeder. Diyarbakır'da şahit olduklarını ayrıntılı olarak anlatır: "Diyarbakır'a Mardin kapısından girdik. Birden fazla kez, atım ceset kokusundan kişnedi. Gözleri parlayan köpekler Ermeni evlerinin çevresinde dolaşıyorlardı." Kıyımın ekonomik sonuçlarını da gözler: "Ermenilerin yok edilmesinden sonra, Diyarbakır çarşılarında işler durmuştu. Halı, deri, ipekli ve yünlülerin satıldığı yerlerde kimsecikler yoktu." İttihat ve Terakki, savaşta olmasına rağmen doğal ekonomisini dinamitlemekten çekinmeyecek kadar gözünü karartmıştır.[3]
Gördükleri karşısında yargısı, yaşananların bir merkezden idare edilen bir soykırım organizasyonu olduğudur. "Bu toplu- kıyımlar ve zorunlu göçler bir plana göre yapıldı. Sorumlu olan Sadrazam Talat Paşa ve altındaki sivil yetkililerdir. İmparatorlukta önce Ermeniler'i, sonra Rumlar'ı ve diğer Hıristiyanlar'ı yok etmek istediler. Siirt'teki ve Cizre'deki toplu-kıyımlarda 200.000 Nasturi, Kildani, Yakubi Hıristiyan öldürüldü. Ankaralı Ermenilerin tamamı Papa'ya bağlı Katolikler'di. Onlar Gregoryanlar'dan bazıları gibi İslamiyeti kabul etmeyip sürgünü kabul ettiler.
Bu eylemlerde 1,5 milyon Hıristiyan yok oldu. Osmanlı sivil yetkilileri umursamadılar bile. Bunun kanıtı olarak, Talat Paşa'nın Amerikan Büyük Elçisi Mr. Morgenthau ile görüşmesinde ‘Ne yani, toplu-kıyım mı? Beni eğlendiriyorsunuz' demesini gösterebiliriz."
Diyarbakır'da Dr. Reşit'in[4] katliamlarından ve Reşit'in, vilayetindeki Ermenilerin yok edilmesinin üst kademelerin buyruğu olduğunu sözlerini seçerek sezdirişini, Urfa direnişinin, Zeytun ve Maraş'taki direnişlerin kırılmasında Alman topçularının rolünü vurgular: "Güney Toros dağlarının kayalık dorukları ve Yukarı Mezopotamya'nın killi çölleri arasında Urfa, bir vahadır. Oradan 1915 Haziranı'nda geçtiğimde, çalışkan bir Ermeni toplumu vardı. Bu Ermeniler zorunlu göç ettirileceklerini duyunca, topluca başkaldırdılar. Hıristiyan mahallesine sığındılar. Orada bir ay veya altı hafta Fahri Paşa ve kurmay başkanı Kont Wolfskehl Von Reic-henberg'in güçlerine dayandılar. Birkaç ay önce Sultanın egemenliğine ilk başkaldıran Zeytun ve Maraş'taki isyanları Kont bastırıp, değerini göstermişti". sözleri aynı zamanda soykırımda Alman etkisini vurgular. Almanların soykırıma katılmaları Erkani Harbiye Umumiye Reisliğinden verilen resmi talimatlara dayanmaktadır. Bu da Ermeni Soykırımı ile Holokost arasında kadrolar açısından paralelliği vurgular.[5]
Nogales yöneticilerin yolsuzluklarından ve bizzat şahit olduğu, göçertilen Ermenilerin mallarına el koyma mekanizmalarından da söz eder: "Evler, araziler, çiftlikler oradaki devlet memurlarının elinde kalıyor, onlar da aralarında pay ediyorlardı. Zenginliğin beşte biri İstanbul'daki İttihat ve Terakki Partisi'ne gidiyordu. Ermeni mallarını paylaşma rezaleti, savaş başlayana kadar dürüst olan İttihatçılara, gasp hevesini verdi. Sel gibi akan altınlar, onları o kadar bozdu ki, daha güç elde edilir şeyleri istemeye başladılar. Savaşın ilk yılının sonunda, Harbiye Nezareti, Levazım Başkanı İsmail Hakkı Paşa'nın örgütlediği düzenli toptan hırsızlıkla, Ermeni malları pay edildi." Bu sözlerden tehcirin sonuçlarını görmek mümkündür.
Nogales tehcir konvoylarındaki kurbanları da resmeder. Kurbanlar çaresizlik içindedirler: "Zaman geçtikçe göçler hem sıklıkta, hem de hacimde arttı. Ağustos sonunda Mamure'nin önünde her tip aracın sonsuz uzunluğu görülüyordu ve etraflarında zavallı insanlar yürüyordu. Sıranın arkalarında yürüyemeyenler vardı. Ailelerine bağırıyorlar, sonra yola düşüp ölüyorlardı. Yaşlı bir adam ya da kadın görüyordum, zayıf kollarında bir çocuk taşıyordu. Herhalde torunu ya da torun çocuğuydu. Kardeşlerini taşıyan, yara kaplı çocuklar görüyordum. 80 yaşında yaşlılar görüyordum... Bazıları açlıktan ot çiğniyorlardı... Halep'e vardıklarında göç edenlerin birçoğu, kapıdan kapıya gidip, ekmek dileniyorlardı... Geceyi açıkta geçiriyorlardı veya Kadme'de olduğu gibi, tel örgüyle çevrili sağlıksız kamplarda, hayvan sürüsü gibi bir arada yatıyorlardı. Doğal olarak bu toplama kampları, hızla tifüs ve çiçek gibi bulaşıcı hastalıkların merkezi oldular. Bulaşıcı hastalıklar çoğaldıkça, kamplar ve yollar cesetle doldu ve çölden sırtlanlar geldi... Bir olay hatırlıyorum: Annesinin yanında uyuyan bir bebeği hayvanlar yediler. Anne uyandığında aklını kaçırdı. Hastanemizin kapısında çocuğun parçaları elinde bağırmaya başladı... Mamure vadisinin en çalışkan misafirleri bir kurt sürüsüydü."
Eşkıya, jandarmalarla ya da komutanlarla bir olmuş zavallıları soymaya devam etmektedir. Ermeniler bu kişiler için birer altın madenidirler: "Eşkıyanın Jandarmalarla veya Yarbay Agah Bey'in ortaklarıyla anlaşıp, göç kafilesini ormana götürdükleri ve orada bekleyen eşkıyanın onları iç çamaşırlarına kadar soyduğu olaylar az değildir. Bu haydutların cesareti çoktu... Bir gece Mamure'de silah sesleri ve bir gürültüyle uyandım. Nöbetçilerden birine sordum. Bir şey değil Beyim, bizim çocuklar' dedi. Gün doğarken yanımızdaki şosede, birçok ceset ve devrilmiş arabalar gördüm... Halep, dilenciler ve sokakta yüzlercesi ölen hastalarla dolmuştu. Bazı günler ölenleri mezarlara taşımaya cenaze arabaları yetmiyordu."
Yoldaki talan, zülüm ve ölümden kurtulanları menzilde bir başka ölüm beklemektedir: "Halep'in merkez semtleri bir çeşit morga dönüşmüştü. Göç edenler Suriye ve Mezopotamya çöllerinde tifüs ve başka bulaşıcı hastalıklar getiriyorlardı. Her tarafta açlıktan iskelete dönmüş insanlar yürüyordu."
Nogales paha biçilmez tanıklıkları ve gözlemleriyle Türkiye'deki okurlarıyla soykırımın çapraz sorgusuna katılan önemli bir tanık ve gözlemcidir. Nogales'in yazıları soykırım sürecinde soykırımın güncesidir.
15 Mart 2009
[1] Rafael de Nogales, Osmanlı Ordusunda Dört Yıl (1915-1919), Çev. Vedii İlmen, Yaba Yayınları, 2008, 304 sf.
[2] Enver'in eniştesi olduğu için paşa yapılan Cevdet, Enver'in kız kardeşinden boşanınca paşalık unvanının alınması için kararname hazırlanacaktır. Cevdet (Belbez) Kemalist dönemde İzmir'de eski ittihatçılarla birlikte ticaret yaparken karşımıza çıkmaktadır.
[3] İttihat ve Terakki'nin bu tavrı yani doğal ekonomisini savaş içinde dinamitlemesinin saikleri, Ekonomik ve Kültürel Soykırım- Varlık Vergisi / 1942-1944 adlı çalışmada "iktidar fetişizmi" başlığı altında ayrıntılı olarak incelenmiştir. (Belge yayınları)
[4] Dr. Reşit'in Bedirhanilerin damadı olması, Diyarbakır bölgesinde Soykırım sürecinde Kürtleri kolayca suç ortağı yapabilmesinde önemli bir kolaylık sağlamıştır
[5] "Anadolu'dan ve başka cephelerden çeşitli imha deneyimleri ile Almanya'ya dönen ve Frei Korps / Özgür Birlikler diye adlandırılan oluşumları yaratan gruplar, önce Sosyalist Alman Devrimini bastırmak ve Karl Liebknect, Rosa Luxemburg gibi önderlerini katletmek için kullanıldılar. Bunlar daha sonra ilk Nazi oluşumlarına dönüştü. Birçok bakımdan gerek Türk cephesi, gerekse Alman cephesi birbirinin ilham kaynağı oldu." Ragıp Zarakolu - Soykırım Kavramı, BM Soykırım Sözleşmesi ve TCK'da Yeralan Soykırım Kavramı
www.mavidefter.org
23 Nisan 2009 Perşembe
NİETZSCHE
NİETZSCHE NİN HAYATI
Frédéric Nietzsche (Friedrich-Wilhelm) 18 Ekim 1844'te doğdu. Babası Karl Ludwig, Lutzen yakınlarındaki Rocken Protestan Kilisesi'nin papazıydı. Annesi Francesca Ehler'in de bir papaz ailesinden olması nedeniyle Nietzsche'nin çocukluğu saygı ve sevgi dolu hatta -Kant gibi- dindar bir çevrede geçti. Çocukluk yıllarının başlıca üzüntüsü, babasının sağlık durumunun genellikle kötü oluşuydu. Aradan zaman geçince babasının hastalığına tanı konması giderek güçleşti. Oğluna kalıtımsal olarak geçirdiği şiddetli migren ağrılarına, daha sonra çok çabuk ilerleyen bir beyin tümörünün neden olduğu sanılmaktadır. Baba Karl Ludwig, 30 Temmuz 1849'da hemen hemen körleşmiş olarak öldü. Katı geleneklere sahip kadınların onun bakımını üstlenmeleri nedeniyle, Nietzsche'nin duygularının derinliklerinde bu uzun ve bunalımlı yılların izi kalmıştır.
Nietzsche bu yıllarını, Namburg'da annesi, halaları ve genç kızkardeşinin (Elizabeth) yanında geçirdi. İlköğrenimini bu kentte (Bürgerschule) tamamladı. Çalışkan ve kendi halinde bir çocuktu. Küçük yaşta, dinin yeterli çözümler getiremediği sorunlara yöneldi. Varoluş nedenleri hakkında kendi kendisine sorular soruyordu genç Nietzsche. Bu türden soruları, Baudelaire, Edgar A. Poe ya da L. Pirandello gibi özel kişilikler de çocukluklarında sormuşlardı ve sonrasında kendilerinin, ailelerine karşı yabancılaştıklarını farketmişlerdi. Öğrenim sorunları nedeniyle Nietzsche, kendisine sahte bir Polonyalı soyağacı yaratmak zorundaydı. Ekim 1853'de altı yıl kalacağı Citadelle de Pforta Ortaokulu'na girdi. Bu süreç, gizli tutkuları değil, sorunsuz geçen bir altı yılı içerir. Burada yarı askeri yaşamının çekilmezliğine karşın doğaçlama çaldığı bestelerde huzur buldu.
İlk duraksamaları ortaokulun başlangıç yılında ortaya çıktı. On üç yaşında ilk otobiyografisini yazdı. Kötülük olgusu, daha o zamandan kafasını kurcalıyordu. Hiçbir adalete sığmayan, sayısız çatışma ve acılar iyi bir Tanrıya nasıl maledilebilirdi? Çocuğun küçük yaşta kaygı ile tanık olduğu, özellikle bedensel acı ve işkencelerin kaynağı neydi? Bu kuşkular Nietzsche'nin bilincinde gelişecek, dört yıl sonra, 1861 yılında ilk şiirinin esin kaynağı olacaktı. Bilinmeyen Tanrıya, yalnızca can sıkıntısından kurtulmak amacıyla uzaya dünyalar fırlatan ve sonrasında hiç aldırmaksızın onları kendi yazgılarıyla başbaşa bırakan o sanatçı Tanrı... Hıristiyan Tanrıdan, vicdanları dikkatle izleyen ve suçluluk duygusu dürtüsüyle onları doğru yola sokan ahlakçı Tanrıdan -Rousseau ve Kant'ın Tanrısından- daha şimdiden ne kadar da uzaklaşmıştı!
Öğrenimini bitirip diplomasını alan Nietzsche, Bonn Üniversitesi'ne kaydoldu. Ona yardım etmek için kendilerini bazı şeylerden mahrum eden iyiliksever kadınların kaygılarını azaltmak için ilahiyat derslerini izliyordu. Ama özellikle dilbilim ile ilgileniyordu. Bu öğrencinin olağanüstü yeteneklerini hemen farkeden doktor Ritschl'ın derslerinde Nietzsche, felsefesine gereksinim duyduğu yöntemi bulacaktı. Nietzsche Ren Nehri'nin romantik kıyılarının, Yedi Tepe'nin üzerindeki Saint-Jean'ın ışıklarının ve tartışmaların kavgaları izlediği tavernalardaki içki alemlerinin çekiciliğine karşın, daha büyük bir ilgi için Leipzig'e giden bu eşsiz ustanın (Ritschl) ardından Leipzig'e gitti. Burada, yaşamını etkileyecek iki önemli karşılaşma onu bekliyordu.
Schopenhauer'de beklediği cesur eğitimciyi buldu. Schopenhauer'in ‘Doyurucu Mantığın Yeterliliği’ adını verdiği dört aşamalı felsefesini açtığı ‘Bir Çeşit Arzu ve Temsil Dünyası’ adlı önemli yapıtını büyük bir açlıkla okudu. Bu yapıtın estetik yanını kabul ettiği gibi, metafizik yanını da kabul ediyordu. Zaten biri ötekine sıkı sıkıya bağlıydı. Ahlaki önyargıları ve yanılsamaları bir kez aştıktan sonra, dünya ona tadını çıkarabileceğimiz bir gösteri alanı gibi görünmeye başlamıştı. Çünkü aynı zamanda kendisinin seyircisi olmayı da öğreniyordu. Ama Apollon'un iyiliğinin sergilendiği bu parlak renkli örtünün arkasında, kişisel istekleri yansıtan tutkuları yüzünden kendisini parçalayan bir Tanrı da uç vermeye başlamıştı.
Nietzsche o zamanlar diğer pek çok insanda görüleceği gibi, ilk düellosunun yara izinden gurur duyan bir Alman öğrenciydi. (Yalnızca özel durumlarda oluşabilen romantik ortamlarda yaşanabilecek şeyleri Pirandello üzerine yaptığım biyografi çalışmasında gösterdim.) Nitekim Wagner'de bir konserden sonra ilk kez gittiği Leipzig'in romantik ortamından çok etkilenmiş ve Nietzsche gibi o da bu kenti, kendisini geliştirebileceği bir yer olarak görmüştü. Wagner'in Sahra Topçu Birliği'nde geçen bir yıllık askerlik görevi sonrasında, geri dönmekte acele ettiği Leipzig'de her ikisinin de dehasını kabul ettikleri Beethoven'a duydukları hayranlık onları birbirlerine yakınlaştırdı. Yaşam onları yan yana getirmişti.
Wagner, Lucerne yakınlarındaki Tribschen'e yerleşmişti. Orada, tıpkı at gezintisine çıkmış şişman kadınları andıran dağ manzaralarının düzensiz şekillerinin ardında gizlenen uyumu keşfetmek, büyük yapıtlar, özellikle ‘Dörtleme’sini bestelemek, bir de sadık dostu ve en iyi yorumcusu olan orkestra şefi Hans Von Bülow'un o zamanlar hâlâ karısı olan Cosima Lizst'e karşı duyduğu şiddetli aşkı saklama için sığınmıştı. Öte yandan Nietzsche'de, Ritschl'ın önerisi üzerine, Basel Üniversitesi'ne dilbilim hocası olarak atanır. Böylece, 17 Mayıs 1869'da başlayan ve Mayıs 1877'ye kadar süren verimli bir sıcak dostluk başlar. Bu aynı zamanda dışa vurulamayan yanlış anlaşılmaları içerecek bir süreç olacak ve sonuçta iki insan arasındaki bağ kopacaktır. Wagner bu sıcak yandaşın kendisine sağladığı olanakları, öncüsü olduğu öne sürdüğü müzikal devrimine katkıda bulunabilecek düşünce zenginliğini fark etmiş miydi? Kuşkusuz... Ama Cosima daha keskin görüşlüydü... Dehasına olan güveni yüzünden başı dönen bir kompozitöre arkadaşının üstünlüğünü nasıl kabul ettirebilirdi ki?
28 Mayıs 1869'da, Nietzsche coşkulu bir kalabalık önünde ‘Homeros ve Klasik Dilbilim’ hakkında muhteşem bir söylev verir. Felsefesi, araştırmaların anlaşılması güç duyguları, ‘Diogen Laerce’ üzerine doktora tezini hazırlayan genç bir dilbilimcinin düzeyi zaten yeterince şaşırtıcıdır. Fakat, herkesin hayran olduğu bu genç üstadın tehlikeli araştırmalara çoktan demir attığını kim aklına getirebilirdi ki? Dilbilim dersleri ve iki yıl boyunca okutulan "Yunan Trajedisi Döneminde Felsefenin Doğuşu" dersine ait notları, ancak ölümünden sonra ortaya çıkar. Ama başarısı da yadsınmaz. Daha 1870 yılında henüz 27 yaşındayken ordinaryüs profesörlük kürsüsüne çıkması bunun kanıtıdır.
Nietzsche'nin, ülkesi Almanya'nın yüceliğine inandığı bir dönemi vardır. Ama kısa sürede, bu yücelik Nietzsche için duyguların en sahtelerinden biri haline gelecektir. Oysa bir dönem yenik düşmüş Fransa'ya nasıl da acı bir alayla bakmıştı! İyi olmayan sağlık durumu, Metz'in kuşatılma harekâtında ona yalnızca cephede hastabakıcılık yapma olanağı verir. 1871 yılında Basel'deki öğretim üyeliği süreci yeniden başlar ve Wagner'e ‘Trajedinin Doğuşu’ adındaki yapıtının elle yazılmış metnini okur. Wagner ise, bu yapıtta yalnızca operasının savunmasını ve ortak hocaları Schopenhauer'in düşüncelerinin cesur bir yorumunu görmek istiyordu. ‘Çiçeron ve İtalya'da Rönesans’ın yazarı olan Jacob Burckhardt ile dostluğu da aynı yıl kurulmuştur. Burckhardt, Basel Üniversitesi'nde beğeni ve saygı görmektedir. O nedenle Nietzsche'nin Basel'i terk etme önerisini reddeder.
1872 yılında yayımlanan büyük yapıtı ‘Trajedinin Doğuşu’, Nietzsche'nin felsefesindeki farklılaşmanın ilk ciddi belirtisidir. Yunanlı felsefecilere karşı duyduğu merak, basit bir bakış açısı genişlemesi olarak yorumlanabilirdi. Nietzsche burada trajedi üzerine tartışmaları yeniden ele almakla sözcük köklerinden yola çıkarak, düşünce ve olguların içeriklerinin araştırılması için çaba harcanmasının gerekliliğini kavramıştı. Leipzig'deki ustası Schopenhauer, en sevdiği öğrencisinin düzeyi hakkında yanılmamıştır. Söz konusu olan, herkesin bir parçası olduğu yaşam denen trajik ve baş döndürücü oyun dünyasının yaratılışını keşfetmeye girişen Sokrates öncesi düşünürlerin portrelerinin iyi çizilmesi, dahası, varlığın olası olası üç düşüncesini Anaksimandros, Herakleitos ve Parmenides adları altında yerleştirmekti. O zamanda kadar geleneksel düşüncenin hiçbir itiraz görmeksizin hüküm sürdüğü Renevi felsefe geleneğinde, kendisine yönelik incitici bir kınama eğilimi de başlamıştı bu arada. Her şeyi değiştirmeyi isteyen ve tüm putları suçlayan sürekli bir saldırganlık yerine, birkaç itiraz söz konusuydu. Hoşgörüsüz bir konferansçının, Nietzsche'nin zaman aşımına uğramış ve köhneleşmiş olduklarını öne sürdüğü üniversiteler de buna dahildi.
1873 ve 1874'de ‘Zamansız Düşünceler’in ilk üç makalesi yayımlandı. (İlki David Strauss'a karşı sert bir saldırıydı... Oysa ikincisi özellikle kültüre ve tarihe saldırıyordu.) Bu yazılarla, meslektaşlarına ve öğrencilerine tüm türden tartışmalar için daha fazla beklemenin gereksiz olduğu mesajını veriyordu.
Meşalelerle Ren kıyılarına gidip, nehre karşı şarkılar söyleme ve kafa çekme zamanı sona ermişti! Nietzsche kendi yerini, dilbilime sadık kalan Erwin Rohde'a bırakmayı düşünüyordu. Gittikçe çoğalan baş ağrılarına eklenen görme bozuklukları, iyileşme umudunu iyice azaltmıştı ve babasının hastalığının izleri aklından çıkmıyordu. Lugano'da gerçekleşen ilk kısa görüşme bekleneni vermemişti.
1873 yılından sonra, Nietzsche'nin ruhsal kişiliğindeki bölünme açığa çıkmaya başlar. Durmadan gezinen bir gezgin ve ‘Bir’in ‘İki’ olduğu zamana kadar kendisine aşama aşama eşlik eden bir ‘Gölge’ye tanık oluruz. İşte ‘Zerdüşt’ bu günlerde beliriverecekti. Her şeyden yavaş yavaş kopmaktaydı. Yalnızlığa çekilmişti. Eski arkadaşlarının ‘Bayreuth’a yaptığı övgüyle şaşırttığı Wagner'den bile uzaklaşmıştı. Kopuş onu önce güneye, daha sonrada Bernina'nın buzullarına doğru götürdü. Kasım 1876'dan, Mayıs 1877'ye kadar Sorrente'deki ihtiyar arkadaşı Malvida von Meysenbug'un yanındaki ikamet tek molaydı. Malvida, Nietzsche ve Wagner'lere, uzun yakınlaşma gezileri düzenleyerek iki dostun arasındaki anlaşmazlığa son vermeyi düşünüyordu. Ona göre, düşünce ayrılıklarından doğan geçimsizliklerden çok, hastalıklı bir durum söz konusuydu. Fakat, denizin iki aklanının her iki yanında duran ‘Mutlu Adalar’ın gözüktüğü yalıyarların üzerinde yapılan gezintilerde, iki dostun arasında yalnızlık vardı. Amaçları artık ne kadar da ayrıydı! Wagner ‘Parsifal’in Hıristiyan ezgilerini dinliyordu... Nietzsche ise insanın dolaysız olarak Prométhéé'ye dönüşeceğini, henüz uzakta olan bir gelecekte ‘Üstinsan’ın yaklaştığını önceden seziyordu. ‘Gölge’ büyüyordu... Epomeo'nun doruğunda, sıkıntılı gemicilerin karşısında dikili bir fener gibi görünüyordu...
"Zerdüşt adanın tepesinden, sabahleyin erken saatte diğer kıyıya ulaşmak için yola çıktığında vakit gece yarısıydı... Çünkü gemiye binmek istediği yer orasıydı. Bu kıyıda yabancı gemilerin demir atmaktan hoşlandıkları iyi bir koy vardı. Bu gemiler denizi aşmak isteyen bazı kişileri Bienheureus adalarından beraberlerinde getirirlerdi. Zerdüşt dağa tırmanırken yalnız başına yaptığı birçok yolculuğu düşünüyordu, daha önce ne çok tepe ve doruk aşmıştı..." |
...Basel'e geri dönüşünü izleyen yıllar üzüntü ve umutsuzlukla doluydu. Terk edilmiş sıraların önünde, filozofun daha önce gözüpek düşüncelerinden geriye kalansa, bir parça avuntuydu. Adı ‘Bir İtiraf’ olan içtenlikli kitabını yazdı. Aslında bu kitabında, merhamet duygusundan ve tedirginlik duygusunun tuzaklarından yakasını sıyırmak için gösterdiği boş çabayı dile getirmemiş midir? Baden-Baden'de önerilen tedaviler işe yaramıyordu. Nietzsche rutubetli havaya ve yağmur ile nöbetleşe gelen sislere sabredemiyordu. Oysa Naumburg'da, kaygılı ve üzüntülü annesinin yanında geçirdiği kış daha da tehlikeliydi.
Nietzsche'nin yaşamındaki akışını belirleyecek karar saati gelip çatmıştı: Ciddi insanlar için bunun adı delilikti. Çünkü, Basel'in profesörünü şereflerin en büyüğüne taşıyabilecek parlak bir kariyerin terk edilişi başka türlü nasıl cezalandırılabilirdi ki? Nietzsche'nin öteden beri kendine özgü değer yargıları vardı...
Yaşamın değerlerine varoluşçulardan çok daha farklı bakıyordu. Onun kabul ettiği biricik şey, sahte olmayan tek değer olan dürüstlüktü. Belki de dönemin dışında bir sonsuzluk kabul etmiyor, bu sonsuzluğu kendi içinde yaratmak istiyordu.
On yıl sonra, "Filozof nedir?" diye kendi kendisine soracaktı. Bir filozof kendinden ne isteyebilirdi? Elbette, içinde bulunduğu zamanı aşıp, kalıcı olmayı. Bu en zor olanı başarabilmek için neler yapmalı, nelerle savaşmalıydı? Zamanı aşmak kolay olmayacaktı.
"Ben Wagner gibiyim, şimdiki zamanın insanıyla -gerilemekte olan-, tüm diğer insanlarla benim aramdaki tek fark, benim bu gerilemeyi anlamam ve buna karşı kendimi korumamdır" |
Çabucak kabul edilen bir istifayı izleyen 1879 yılı daha az korkunç değildi. Bu yıl, hastanın ruh ve bedeninin, çaresi olmayan bir iflasa doğru sürüklendiğini açığa çıkaran yıldı. Çözümsüz bir hastalıktan kurtulmak için hangi tedaviye başvurmalıydı? Canlılığın fışkıran kaynakları yeniden nereden bulunmalıydı? Gerekli enerjiyi bulamadan, iradenin yapabileceği, kurtuluşu olmayan bir savaşta en son gücü tüketmekten başka bir şey olamazdı. Eski dostlar uzaklaştığına göre, başıboş gezgin, özlemini duyduğu anlayışlı yeni arkadaşlara nerede rastlayacaktı? O sıralar, hastalığına zorlanarak da olsa bir ritim kabul ettirebileceği inancıyla, düşüncesini karartan sislerden kaçıyor, açık havaları, kendisine iyi gelen hafif rüzgâr ve ışığı buluyordu. Ruhsal sağlığın dayanağı, ‘Ben ve O’nun arasındaki yok olan dengeyi yeniden yazmaya başladı. ‘Gezgin ve Gölgesi’nin göz kamaştırıcı özdeyişleri, aforizmalar dünyasının parlak doruk çizgileridir.
Hâlâ Almanların esiri olan Garda Gölü'nün kuzeyindeki en uç noktası, Riva'da, kısa bir süre kaldıktan sonra, Venedik'e, Peter Gast'ın yanına gitti. Bu kent belki sağlıksızdı, fakat Nietzsche için müziğin kendisiydi. Sadık dostuyla piyanoda dört elle doğaçlama çalınan ezgiler kendine gelmesini sağlıyordu. Hasta ve gittikçe çılgınlığın uçurumlarına dönük gözleri önünde, şimdiden büyük projelerin taslağı çizilmektedir. Marienbad kaplıcalarında geçirilen can sıkıcı bir yazdan sonra, iki arkadaş Cenova'da ortaya çıkacaklardır. Burckhardt'ın kendisine sözettiği soylu kent, bir zamanlar Kristof Kolomb ve arkadaşlarının maceraların en güzeline doğru yola çıktıkları bu capcanlı liman Nietzsche'nin tüm özlemlerini tatmin eder.
Bu sarayların her taşının içinde eşsiz bir kişiliğin damgası yer almaktadır. Cenova denize açıldığı gibi, geleceğe de bakan, çağrı ve çığlıklarla çınlayan bir kentti... Uzaklardaki topraklarda, Barcelona ve Sierrası'nda, havasının her zaman berrak olduğu Meksika ve çıplak yaylalarında, yola çıkma hazırlıklarında atılan çığlıklar arasında, güneşten kavrulmuş bir Afrika'nın serapları keşfedilir. Nietzsche de, hiçbir şeyin ölçülüp biçilmediği, her şeyin başka ve değişik olduğu bu misafirperver topraklara doğru demir almayı düşünüyordu.
Her yaz, Sils-Maria Gölü'nün kıyılarına geri döndüğü bu kent, beklenen buluşmaların da yeri olacaktı. Recoara ve Portofino arasında, geniş körfezin son bulduğu yerde ve Benina buzullarına doğru tırmanan Fex Vadisi'nde, ‘Zerdüşt’ün mesajını işitecekti. Kendi psikolojik durumunu, ‘Sabah Kızıllığı’ adlı yapıtında aydınlık, ‘Sevinçli Bilim’ adlı yapıtında ile içinin kararmış olduğunu söyleyerek yorumlar.
Fakat Nietzsche'nin geçmişteki takıntılardan kesin olarak kurtulması, bir daha geri dönmeyi düşünmemesi ve az rastlanan yazgısını tamamıyla tanımlayabilmesi için büyük bir ıstırap gerekliydi. Bu acı, arkadaşının gittikçe artan yalnızlığına üzülen Malvida von Maysenbug'dan geldi. Malvida'nin Nietzsche'ye 1822'de Roma'da genç bir Yahudi kızı olan Lou Andreas Salomé ile bir "karşılaşma" tertiplemesi, sadık dostun niyetine göre paylaşılacak bir aşkın hareket noktasından başka bir şey değildi. Önceleri, görünüşte coşkulu bir öğrenci olan bu kırılgan kız, çok çabuk biçimde cesur bir kimliğe kavuşur. Bu seçkin arkadaşın görevi, gezgini kendi kendisiyle barıştırmak ve onu yine bereketli Germen topraklarına yerleştirmektir. Gerçekten de bu şükran dolu aylar boyunca Nietzsche öğretmenlik yapmak için Viyana'ya ya da kimbilir belki de Basel'e geri dönmeyi hayal etmişti. Fakat ortamın baş döndürücü saatlerinin, zamanında Siedfried'in sözlerinin birbiri ardına sıralandığı Tribschen'in sessiz koridorlarında karşılıklı güven içerisinde yapılan itirafların yerini derhal bir düş kırıklığı alacaktı. Anlayışlılığıyla Nietzsche'nin karakterindeki birbirini tutmayan birçok görünümü ayırt eden Lou Salomé, sonunda onun doğasında olan aşırılıklardan, yanardağa benzeyen görünüşünden korkmuş ve onu frenleyemeceğini anlamıştı.
Malvida'nın verdiği öğütle, Wagner ve Nietzsche'yi barıştırmayı düşünüyordu. Oysa bu barış imkânsızdı. Nietzsche, Bayreuth'deki görüşmelerinde Lou Salomé'nin Wagner'in önünde diz çökmesini ihanet olarak yorumluyordu. Nietzsche'nin dramında ortaya çıkan diğer olayları yalnızca tahmini bir şekilde izleyebiliriz. Ona karşı gösterilen tüm davranışları tahmin etmek zorundayız. Kendi kendisini savunan bir arkadaş -Paul Rée- ya da başka bir kadının etkisini kuşkusuz kıskanan bir kız kardeşinki gibi...Şurası kesin ki, romantik bir kopuştur bu ve bir daha hiçbir arkadaşın gelip yalnız adamın masasına oturmayacağının kesin olarak bilinmesinin sonucudur. ‘Gölge’ ile yapılan diyalog o zaman başladı ve bu sürecin sonucunda, güzellik açısından Beethoven'ın IX. Senfonisi'ne eşdeğer bir başyapıtın yaratılması gerçekleşmiş oldu. Bu, bize yazgısıyla barışık olmayan bir Faust'un macerasını anlatan çok uzun bir şiirdir. Zaten peygamber bilmece gibi konuşmaktadır ve yalnızca gelecekteki insanlar, üç bin yılında yaşayacak olanlar mesajı anlayabileceklerdir. Yalnızca‘Üstinsan’ olmayı sağlayan, uçurumları aşan köprüyü bulabileceklerdir.
Bununla birlikte, Akdeniz'in geniş ufukları ve çam ağacının bulunduğu Bernina buzullarını çevreleyen karanlık dar vadiler arasında bölünmüş bir yaşam, bu gidişatı izliyordu. Fakat bir dansçının hafif adımlarını çağrıştıran kuzey rüzgârının estiği Nice kenti, Cenova'nın yerini almıştı. Cenova'nın sert ve rutubetli kışı, onun inatçı migren ağrılarını uyandırmıştı.
Nice'de yılın ortalama 220 günü yağışlı geçiyordu ve kent, Zerdüşt'ün özellikle tırmanmaktan hoşlanacağı kayalıklara sahipti. Burada mantığı tamamen yenilecek ve müzik başlangıç noktasına dönerek, ölümsüz şiirinin en güzel kıtalarını vurgulaya vurgulaya söyleyen bir dansa dönüşecekti:
"Gözlerinin içine baktım, ey hayat; altın parıltısı gördüm gece gözlerinde senin -hazdan yüreğim durdu: -Bir altın kayığın parıldadığını gördüm gece sularında, -gülen, saran, eriten, sarsan bir bakış: Çalparanı o küçük ellerinde daha iki kez |
Böylece bile bile çoğaltılan gerginliklerin egemenliği altına giren bir düşüncenin dramı yoğunlaşır. Biz, bu sayfalarda bunu anlatmaya çalıştık, bu dramın karşı konulamaz kasırgaya kadar gidişini işledik.
Evet, Nietzsche kendi rızasıyla Tanrı Dionysos'un izleyicisi olmakta, kendi karşıtlıkları tarafından yaralanmakta, tıpkı yok etmek için sürekli yaratan yaşam gibi, yılanın bir halkasını andıran, hızlanan zaman ‘Sonsuz Dönüş’ün simgesine dönüşmektedir.
Zerdüşt'ün tamamlanmasından sonra, dahi hastanın kafasındaki projeler birbirlerini hızla izlediler. Artık yalnızca arada sırada kontrol edebildiği coşkulu esin ile bunlardan bazıları gerçekleşmişti. Hem İngilizlerin psikolojik ahlak söylevlerini, hem de dinsel ve metafizik ahlak söylevlerini çürütmek isteyen ‘Salt Aklın Eleştirisi’ gibi gözüküyordu. Kant'ın düşüncesi, Nietzsche'ye gittikçe varılan son gibi gözüküyordu. Yeniden gözden acı veren bir dostluğun bilançosuna son noktayı koyan Wagner'in Şubat 1883'de Venedik'te meydana gelen ani ölümü gibi. Belki de Nietzsche, ‘Wagner'e Karşı’ adlı yergi yazısını, kendi içinde yok etmek istediği suçluluk duygusunu, içinde varolan korku ve kuşkuları yoketmek için yazmıştır. İnsanoğlunun safça bağlandığı putların maskelerini düşüren yapıtı ‘Putların Alacakaranlığı’ nda da bu kaygı vardır.
İşte o zaman, zorlama eleştiriler bir yana bırakılacak olursa, Zerdüşt'ün mesajı bir dinsizin beşinci İncil'i gibi görünür. Bu aynı dinsiz ‘Ecce Homo/İşte İnsan’ adındaki kitabında kendi kendisinin övgüsünü yapacaktır.
Kalan son arkadaşlarının ondan kaçışları böylece anlaşılır. İçlerinde, en hoşgörülü kişi olan Jacob Burckhardt bile Nietzsche'den kaçar. Burckhardt'ın düşüncesine göre, bir yazar yapıtının arkasında kalmalıdır. "Bencillik, tiksinti vericidir." der Pascal.
Alplerin çember biçimindeki siperi tarafından korunan ve çevrilen dağ eteğinin merkezinin canlandırıcı iklimine bağlı olan yatıştırıcı birkaç ay ve sonunda ortaya çıkan ilk başarılar sayesinde, dram Torino'da sonra erer. Danimarka'da George Brandés, Fransa'da Taine, yanına pusula almadan, belirsiz bir geleceğe atılan bu yalnız filozof hakkında konuşmaya başlar. Yandaşlar ortaya çıkar. Başka bir coşkulu deha, Strindberg, hayranlığı haykırır. Karl Spitteler'e göre ise Nietzsche, ‘Ateş Tanrısı Prométhéé’yi anımsatmaktadır. Eşsiz bir zekânın karardığı geceyi delip geçen ışıklar tehlikeli bir yolculuğun son bulacağı limanın değil, çok büyük bir yıkımın habercisidir. Ateşin yıkıcı evresi başlamaktadır.
Yoldan geçenlerin şaşkınlıkla tanık oldukları belirtiler 1888-1889 kışı süresince ortaya çıkar. Sahibinin dövdüğü bir atı Nietzsche'nin öptüğü bile görülmüştür. Eski arkadaşlarına gönderdiği anlaşılmaz mesajlardan en çarpıcısı Cosima Wagner'e gönderilmiş olan, "Ariane, sizi seviyorum." mesajı felaketin finali olur.
Basel'den koşup gelen Overbeck, Nietzsche'yi hemen Léna'daki bir hastaneye götürür. Eski bir Venedik müziğinin son kıtaları, ani öfke nöbetlerine maruz kalan ruhunda silinip gider. Tanı umutsuzdur... Fakat yardım çabuk gelir.
O andan sonra, büyük beyaz bir kefene sarılmış yarı ölü, neredeyse her zaman bilinçsiz olarak -annesi ve kızkardeşinin yanında- Naumburg'daki baba evinde yaşamaya başlar. Kişiliğini çoktan beri hzaman artık onun için durmuştur. Böylece 1897 yılında annesinin ölümünden kaynaklanabilecek acıdan kurtulur! Kız kardeşi onu çoğunlukla reddetmiş olduğu konulara karşı saygısının başladığı Weimar'a götürür. Zafer denilen şey işte budur!
Nietzsche için bu, hakaretlerin en büyüğü olur. 23 Nisan 1900'de bir bahar fırtınası kopar. Çoçukken onu çok korkutan yıldırımın gürültüsü Nietzsche'yi uykusundan mı uyandırmıştır? Ya da çok uzaktaki dönüşü olmayan alemlere mi götürmüştür? Uzun zamandan beri tedirgin edici halüsinasyonların yakasını bırakmadığı sabit bakan gözlerini, atalardan kalma bir el hareketi kapatır. Rocken'deki küçük mezarlığa gömülür.
(Kızkardeşi Elizabeth, evlendikten sonra gittiği Paraguay'dan döndükten sonra, Nietzsche'nin bakımını üzerine alır ve sonuna dek sürdürür. Nietzsche'ölün tarihi 25 Ağustos 1900'dür. Babasının yanına gömülür.)
Kaynak: Nietzsche yaşamı ve felsefesi
90 DAKİKA DA NİETZSCHE
Friedrich Wilhelm Nietzsche 15 Ekim 1844’te Sachsen’in Prusya hakimiyeti altında bulunan bölümündeki Lützen’e bağlı Röcken’de doğdu. Ailesi dindar ve lüteriyen bir küçük esnaf ailesiydi. Soyunda başka bir çok meslekten de olmak üzere şapkacılar ve mezbahacılar da vardı. Ancak büyük babası ve babası devlete sadık ve pietist rahipler olmuşlardı. Nietzsche’nin babası, Prusya kralı IV. Friedrich Wilhelm’in sadık bir hizmetkârıydı. Bu nedenle, ilk oğlu kralın yaş gününde dünyaya gözlerini açtığında, başka bir isimle vaftiz edilme şansı hemen hemen hiç yoktu.
Bahsi geçen bu üç adamın hepsinin da aklını yitirmiş olması tamamen anlamsız bir rastlantıdan başka bir şey değildir. İlk önce babası Friedrich Ludwig öldü. -yıl 1849. Otopsi sonucunda -beyin yumuşaması- teşhis edildi. Sözüm ona beyninin bir çeyreği -yumuşamış- idi. Tıpta bu tür teşhisler artık geçerli olmamakla beraber, Nietzsche’nin saygıdeğer biyografları, Nietzsche’nin deliliğini babasından almadığından eminler.
Nietzsche’nin çocukluğu Naumburg’ta, -iffetli kadınlarla- dolu bir evde geçti. Bunlar annesi, kız kardeşi, anneannesi ve evde kalmış biraz deli iki teyzesiydi. Belli ki kadınlarla çok erken yaşta yaşadığı bu deneyimler Nietzsche'’in hayatında izler bıraktı, çünkü biyografisi teyzelerinin yaşantısını yansıtan karakteristik izler tekrarladı durdu. 13 yaşındayken o dönemim her üst düzey yatılı okuluyla yarışabilecek denli iyi ve tanınmış bir eyalet okulu olan Pforta’ya başlar. Öğrenciler bu okulda salt yaramazlıklar yapmanın dışında gerçekten de bir şeyler öğreniyordu. Büyük oranda dindar ve şımartılmış terbiyesinin bir ürünü olan Nietzsche okulda -küçük Protestan papazı- diye çağrılıyordu ve kendisi derslerinin en başarılı öğrencisiydi. Gelişmekte olan dahiliği günün birinde kendi aklını kullanmasına yol açtı. On sekiz yaşına geldiğinde inancından şüphe etmeye başlar.
Nietzsche’nin keskin zekâsı, içinde yaşadığı dünyanın çelişkilerini görmezlikten gelmesine engeldi. Muhtemelen, başkalarıyla fikirlerini paylaşmıyordu; bu durum, daha sonraları da kesinlik kazanacağı gibi, kendisi için tipik bir davranıştı. Nietzsche kendi yolundan gitti ve yaşayan (veya ölü) hemen hemen hiçbir tinin kendisini etkilemesine izin vermedi.
Nietzsche on dokuz yaşına geldiğinde, papaz olabilmek için Bonn Üniversitesinde ilâhiyat ve klasik filoloji öğrenimine başlar. Zaten hayat akışı çok önceden -iffetli kadınlar- tarafından plânlanmıştı. Ancak Nietzsche daha şimdiden huzursuzdu: Bilinçsiz bir isyan dürtüsü kişiliğine etki etmeye ve onu değiştirmeye başlar. Bonn’a geldikten kısa bir süre sonra o münzevi okul delikanlısı neşeli ve taşkın ruhlu bir üniversite öğrencisinin en iyi örneklerinden birine dönüşür. Herkesin giremediği özel öğrenci birliklerine girer, arkadaşlarıyla içki içmeye başlar ve öğrenciler arasında yapılan eskrim düellolarına katılır. Kaçınılmaz olarak bir düelloda yara alır ve ritüel gereği düelloya hemen son verilir. Burnunun üstündeki küçük dikiş izi o günlerden kalmadır. Ne yazık ki bu yara izi daha sonraları gözlüğünün altında gizlendi. Ama bu sadece küçük bir ara piyesti.
Nietzsche aynı dönemde şu sonuca vardı: -Tanrı öldü.- Tatilde eve döndüğünde dini ayinleri katılmayı reddederek, bundan böyle asla bir kiliseye adımını atmayacağını açıklar. Bir sonraki yıl üniversitesini değiştirerek Leipzig’e yerleşir ve ilâhiyat eğitimine son vererek klasik filoloji üzerinde yoğunlaşır.
Nietzsche Leipzig’e Ekim 1865’de varır. O ay yirmi bir yaşına basar ve hayatı üzerine daha sonra etki edecek iki olay yaşar. Önce, ziyaret ettiği bir genelevde, daha sonraları zihinsel bulanıklığına neden olacak frengi mikrobunu kapar. Görünüşe göre - böyle şeyleri hissetmek mümkünse eğer - Nietzsche birkaç genelev ziyaretinden sonra kendisine frenginin bulaştığını fark etti. Göründüğü hekim kendisinden gerçeği gizler. (O dönemlerde bu adettendi, çünkü bu hastalık henüz tedavi edilebilir değildi - aynı ikiyüzlülükle günümüzde kanser hastalığına kılıflar uydurulmaktadır.) Bu olayın sonucunda Nietzsche’nin kadınlarla olan cinsel ilişkilerine bir son verdiği sanılmaktadır. Ancak felsefi yazılarında kadınlarla ilgili birçok yüz kızartıcı ve de faydalı kayıtta yer alır. -Kadınlara mı gidiyorsun ? Öyleyse kırbacını unutma.- (Belki de Leipzig’te çok özel türden bir genelevi ziyaret ediyor ve erkeklerin de oraya giderken yanlarına kırbaç almalarının adil olacağını düşünüyordu.)
Hayatını değiştiren ikinci olay, bir sahaf dükkânına dalışıydı. Nietzsche burada Schopenhauer’in -İstem ve Tasarım olarak Dünya- adlı eserine rastlar. Schopenhauer’in kıssadan hisse çıkaran üslûbu ve bulaşıcı karamsarlığı onu çok derinden etkiler: -Burada her satır vazgeçiş, yadsıma ve kabulleniş çığlığıydı; burada, dünyayı, yani yaşamı ve insan doğasını ürkünç bir muhteşemlikle gördüğüm bir aynaya baktım... Burada hastalık ve şifayı, sürgünü ve sığınağı, cehennemi ve cenneti gördüm.-
Şaşılası derecede kâhince olan bu duyumsamalar Nietzsche’yi Schopenhauer felsefesinin bir hayranı yaptı. Nietzsche’nin inanabileceği hiçbir şeyi kalmamıştı. Schopenhauer’in karamsarlığına (pesimizmine) ihtiyaç duyuyordu ve kendi doğasına tamamen uymasa da, onun dürüstlüğünü ve gücünü keşfetmişti. Pozitif düşünceleri bundan karamsarlığı ancak güçlü olduklarında yenebilirlerdi. İleriye doğru giden yol Schopenhauer’den geçiyordu. Ancak Nietzsche’nin düşüncelerinde en belirleyici olan şey, Schopenhauer’in istemin temel rolü ile ilgili tasarımıydı. Bundan yola çıkan Nietzsche, sonunda Güç İstemini geliştirdi.
1867'de Nietzsche bir yıllığına Prusya ordusuna çağrılır. Belli ki askeri yetkililer onun aşırı büyük boyutlu askeri bıyığından etkilendi, çünkü Nietzsche kendisini süvari topçu alayında bulur. Bu bir hataydı.
Nietzsche’nin kararlılığı büyüktü, ancak yapı itibariyle acıma duygusu uyandırabilecek denli yumuşak huyluydu. Ağır bir kaza geçirdikten sonra Prusyalıların geleneklerine uygun bir tavır sergileyerek, hiçbir şey olmamışçasına atını sürmeye devam eder. Ama asker Nietzsche kışlaya geri döndüğünde bir aylığına hastaneye yatırılır. Daha sonra gayet ve iyi niyetini ödüllendirmek için çavuş türbesine terfi ettirilerek evine gönderilir.
Bu arada tekrar Leipzig’te üniversiteye devam eden Nietzsche, son kırk yılda yetiştirdiği en iyi öğrencisinin Nietzsche olduğunu düşünen profesörünün takdirini kazanır. Ne var ki her geçen gün filolojiden ve hayatın gerçek ve acil cevap bekleyen sorunlarına karşı sergiledikleri kayıtsızlıktan dolayı filologlardan soğumaya başlar. Nietzsche’ye göre filoloji, -bir budala veya salak tarafından döllendirilen felsefe tanrıçasının bir hilkat garibesi- idi. Ne yapması gerektiğini bilemiyordu. Kararsızlık ve çaresizlik içersinde bunalarak, kimya öğrenimi almayı ve -ilâhi kankan- dansını ve -sarı yavşan otu zehrini- denemek için bir yıllığına Paris’e yerleşmeyi bile düşünür. Tam bu arada, gizlilik içersinde Leipzig’te bulunan besteci Richard Wagner ile tanışma şansını elde eder. (Wagner yirmi yıl önce devrimci tahrikleri yüzünden sürgün edilmiş ve aşırı uçlarda seyreden siyasi görüşleri solda sağa kaymış olsa da, yetkililer sürgün kararını iptal etmişti.) Wagner, Nietzsche’nin babasıyla aynı yaştaydı ve bizlere aktarılan kaynaklara göre ona şaşılası derecede benziyor olmalıydı. Nietzsche, bilinçsizce de olsa çaresizlikle bir baba figürü arıyordu. Şimdiye dek hiçbir meşhur sanatçıyı şahsen tanımamıştı. Aynı zamanda, tasarımları kendi tasarımlarına bu denli uyan hiç kimseyi de tanımamıştı daha önce. Wagner’le paylaştığı kısa bir süre içersinde Nietzsche onun Schonpenhauer’e olan derin sevgisini keşfeder. Wagner parlak bir filozof olan bu genç adamın kendisine duyduğu hayranlıktan etkilenir ve ortaya tüm hünerlerini döker. Bunun yarattığı etki zaman geçmeksizin tepkisini aldı ve Nietzsche’nin duyduğu hayranlık gittikçe derinleşti. Nietzsche en az operaları kadar ilginç ve sıra dışı olan bu büyük besteciden çok etkilendi.
Nietzsche iki ay sonra İsviçre’deki Basel Üniversitesinden klasik filoloji kürsüsünde profesör olmak üzere davet aldı. Henüz yirmi dört yaşındaydı ve doktorası bile yoktu. Filolojiye karşı geliştirdiği olumsuz düşüncelerine rağmen bu öneri kendisi için geri çevrilebilecek cinsten değildi. Nisan 1869’da Nietzsche Basel’de ki görevine başladı ve filoloji dersleri yanında felsefe dersleri de verdi. Yapmak istediği şey, her iki disiplini, yani estetiği ve klasik çağ öğrenimini birbirleriyle bağıntılı hale getirmek ve bundan hareketle, uygarlımızın zayıf noktalarını irdeleyebileceği bir alet geliştirmekti - daha mütevazı bir şey değil.
Kısa bir süre içerisinde üniversitenin yeni yıldızı oldu. Rönesans’ı tarihsel bir dönem olarak niteleyen ilk kişi olan büyük kültür tarihçisi Jacob Burchardt ile tanıştı. O, Basel’de ki profesörler arasında Nietzsche ile aynı tinsel seviyeye sahip olan tek kişiydi. Burchardt büyük bir olasılıkla, Nietzsche’nin hayatı boyunca saygı duyduğu tek kişiydi aynı zamanda. Eğer o dönemde, soğuk bir patrisyen olmasaydı, Nietzsche’nin hayatında pekala bir istikrar faktörü olabilirdi.
Ama zaten baba rolü etkisi, Nietzsche’yi istikrara kavuşturmanın ötesinde her şeyi yapan başka bir adam tarafından üstlenilmişti.
Basel kenti, Wagner’in, Liszts’in kız kardeşi, Cosima ile birlikte yaşadığı, Lutzern’e bağlı Tribschen’e sadece yüz kilometrelik bir uzaklıktadır. (Cosima o sıralarda henüz, Wagner ve Liszts’in ortak arkadaşı olan von Bülow adında bir orkestra şefi ile evliydi.) Kısa bir süre sonra Nietzsche düzenli olarak her hafta sonunu Vierwaldstätter gölünün kıyısındaki lüks villada geçirmeye başladı. Ne var ki Wagner’in hayatı sadece müzikal, duygusal ve politik açılardan bir operaya benzemekle kalmıyordu. Wagner hayatının, tüm fantezilerini sonuna kadar yaşamak üzere kendisine sunulduğunu düşünüyordu. Tribschen’deki yaşamı bir operanın sahneye konuluşuydu adeta ve başrolü kimin oynayacağı konusunda kimsenin bir kuşkusu yoktu. -Flaman tarzındaki- giysileriyle (-Uçan Hollandalı- ve Ruben’in maskeli bir baloya giderken giydiği kostümlerden harmanlanmış bir kıyafetti) Wagner paçaları dizlerinde biten siyah saten bir pantolonu, geniş şapkası ve rüküş bir şekilde bağlanmış ipek şalı ile tepelerini rokoko meleklerin süslediği pembe saten kaplı duvarlar boyunca yürüyerek, büstler, her zaman aynı motifli büyük boy yağlıboya tablolar ve kendi operalarının temsillerinden kalan gümüş kaseler arasında şiirlerini okurdu. Havada dolanan tütsülere sadece maestronun müziğinin eşlik etmesine izin veriyordu. Cosima ise hayat arkadaşının teatral uğraşlarında ancak hizmetçi kız rolünü oynayabiliyor ve bahçede gezinen ev hayvanlarının, ki bunlar parfümlenmiş kuzular, fiyonklarla süslenmiş kurt köpekler ve süs tavukları idi, çalınmamasına dikkat ediyordu. Nietzsche’nin nasıl olup ta bunların etkisi altında kalabildiğini anlamakta zorlanıyoruz. (Wagner’in bu özel zevkleri sürekli beş parasız kalmasına ve bir takım zenginler tarafından yardım almasına neden oluyordu. Bu zenginlerden biri de, devletin kasasından Wagner’e büyük meblağlar aktaran Bavyera Kralı II. Ludwig’ti.) Wagner’in ikna yeteneğine denli büyük ve cazibesinin de ne denli karşı konulmaz olmuş olabileceği ancak onun müziğine kulak verildiğinde anlaşılabiliyor. Belli ki bestecinin kendisi de en az besteleri kadar büyüleyiciydi. Toy Nietzsche çok kısa bir süre içersinde bu baş döndürücü atmosferin ve boğucu salonların içersinde sürükleyici motifler gibi gezinen bilinçsiz fantezilerin etkisine girdi.
Temmuz 1870’de Almanya ve Fransa arasında savaş patlak verdi. Prusya için bu, Napolyon’un kazandığı zaferlerin intikamını almak, Fransa’yı mağlup etmek ve Almanya’nın Avrupa’daki egemenliğini sağlamlaştırmak için bulunmaz bir fırsattı. Nietzsche vatanperverlik coşkusuyla gönüllü hasta bakıcısı olmak için başvurur. Cephe yolunda karşısına Frankfurt’ta tam teçhizatlı bir süvari birliği çıkar. İşte o anda gözlerindeki perde kalkıverir ve Nietzsche ilk kez, en güçlü ve yüksek yaşama isteminin hayatta kalmak için mücadele etmekte değil, tersine güç, savaş ve egemenlik isteminde yattığı duygusuna kapılır. İşte bu, Nietzsche’nin Güç İstemi Kuramı’nın doğuşudur ve ileride kendisini bu düşünceden bir hayli uzaklaştıracak ve bu düşünceden bir hayli uzaklaştıracak ve bu istemi kişisel öğelerden çok toplumsal öğelerinde görecek olsa da, bu düşüncenin militarist kaynağını hiçbir zaman tam anlamıyla inkar edemedi.
Bismarc ve Moltke Fransızları hezimete uğratırken, Nietzsche savaştaki her şeyin şanslı şöhretli olmadığını anlar. Wörth’deki savaş alanı -sayısız üzünç verici kalıntılarla doluydu- ve çürümekte olan cesetlerin ağır kokusuyla kaplıydı. Daha sonraları Nietzsche altı yaralı askerle beraber bir sıhhiye trenine bindirilir (vagonların bazıları büyükbaş hayvan taşıyan vagonlardan oluşuyordu) ve iki gün sürecek bir yolculuğa gönderilir. Kolları bacakları kurşun yaralarıyla bezeli ve etleri çürümeye başlayan askerler arasında kalan Nietzsche onlara elinden geldiği kadar yardımcı olmaya çalışır. Ancak tren Karlsruhe’ye vardığında kendisi de hasta bir adam olmuştu. Dizanteri ve difteri teşhisleriyle hastaneye sevk edildi.
Başından geçen bu sarsıcı olaylara rağmen Nietzsche iki ay sonra Basel’deki görevine ve derslerine döner. Filoloji ve felsefe dersleriyle kendisini yoran bir yükün altına tekrar giren Nietzsche, bunun yanında bir de -Tragedya’nın Doğuşu-nu yazmaya başlar. Yunan kültürünün bu parlak ve alabildiğine özgün analizinde berrak, Apolloncu (ölçülü ve düzenli), klâsik kanaatkârlığın karşısına karanlık, içgüdüsel ve Diyonisoscu (coşkulu tutku) güçleri diker. Nietzsche’ye göre Yunan Tragedyası bu iki unsurun kaynaşmasından ortaya çıkmış ve sonunda Sokrates’in sığ rasyonalizmi tarafından yok edilmiştir.
İlk kez birisini Yunan kültürünün karanlık yanlarına üstüne basa basa değiniyordu. Öte yandan, Nietzsche’nin, bu karanlık yanların temel bir öneme sahip oldukları şeklindeki iddiası daha da tartışmalıydı. Diyonisoscu boyutu daha sonraları Nietzsche Felsefesi’nin esasını oluşturacaktı. Nietzsche bundan böyle Schopenhauer’in -istemin Budist’çe yadsınması- fikrine bağlı kalamazdı. Uygarlığın zayıflamasına neden olduğunu düşündüğü Hıristiyanlığ’a karşı diyonisostik olanı öne sürdü. Hıristiyan hayırperverliğine, duyguların ve arzuların bastırılmasına karşı saldırıya geçti ve yerine, duygularımızın oluşumuna daha uygun düştüğüne inandığı daha güçlü bir ahlakı savundu. Nietzsche’ye göre tanrı ölmüş ve Hıristiyanlık süreci sona ermişti. Yirminci yüzyılın en kötü dönemleri Nietzsche’yi doğruladı, en iyi dönemleriyse, olumlu -Hıristiyan- inançlarının çoğunlukla tanrı inancına bağlı olmadığını göstererek onu tekrar yalanladı. Bugün o ilk-içgüdüye daha fazla sahip olup olmadığımız sorusu ise tartışmalıdır.
Sanatçı olarak Wagner en üst basamakta durmaya hak kazanıyordu belki, ama bu türden yüksek felsefi seviyeler onu aşıyordu. Zamanla Nietzsche Wagner’in entelektüel maskesini çözmüştü. Wagner, olağanüstü büyüklüğe ve sezgi gücüne sahip değişken bir egoydu,ama Schopenhauer’e olan sevgi ve hayranlığı bile gelip geçici ve sanatsal hayal gücüne malzeme oluşturan bir şeydi. O zamana dek Nietzsche, Wagner’in hayatındaki bazı çirkinliklerini; örneğin antisemitizmini, ölçüyü kaçıran kibrini ve onun diğer insanlardaki yeteneği ve ihtiyaçları takdir ve kabul eme yoksunluğa görmezlikten gelmeye hazırdı. Ama her şeyin bir sınırı vardı. Wagner, Bavyera kralı II. Ludwig’in salt Wagner’in kendi operalarını sahneye koyacağı bir tiyatro yaptırdığı Bayreuth kentine taşınmıştı. (Bu proje Bavyera devletinin iflasını ve Ludwig’in tahttan düşürülüş sürecini hızlandırdı.) 1876’da Nietzsche -Niebelungen Halkası-nın prömiyerine katılmak üzere Bayreuth’e gelir, ancak, muhtemelen psikosomatik nedenlerle hastalanır.
Wagner’in megalomanlığı ve doruğa tırmandırdığı çöküşü Nietzsche için artık dayanılmaz bir seviyeye ulaşmıştı. Kendisini Wagner’den kurtarmalıydı.
İki yıl sonra Nietzsche -insanca, Pek İnsanca- adı altında özdeyişlerini yayınladı. Bu özdeyişler Wagner’le arasındaki kopuşu kesinleştirmişti. Nietzsche’nin Fransız sanatını övüşü, psikolojik irdelemelerdeki keskin zekâsı, romantik hırsın maskesini düşürüşü ve olayların ardındaki gerçekleri kavrama konusundaki eşsiz yeteneği Wagner’i aşıyordu. Nietzsche eserinde geleceğin -güzel yeni dünyasını- hazırlıyordu: Bu dünyada transandantal bir tanrı veya şeytan, mutlak değerler veya tanrısal cezalar yoktu artık. Nietzsche Hıristiyanlığ’ın bilinçsiz motiflerine, güç istemini hadım etmeyi amaçladığını düşündüğü -köle ahlakına- karşı saldırıya geçti. Bu arada Wagner Schopenhauer’e olan bağlılığın sonu ve Hıristiyan cemiyetine dönüşü anlamına anlamına gelen son eseri olan -Parsifal- üzerinde çalışıyordu. Yolları ebediyen ayrılmıştı. Yaygın bir söylentiye göre Nietzsche hayatı boyunca sadece tek bir insanı bütünüyle tanımış ve tanıdığı bu adam onu, çağının en büyük psikologu olmasını sağlayan, yeterli derecede malzeme ile beslemiştir. İşte bu adam Wagner’di.
1879’da Nietzsche sağlık nedenleriyle Basel’deki görevinden ayrılmak zorunda kaldı. Zaten birkaç yıldır hastalık hastasıydı, ama şimdi gerçekten de hasta bir adam olmuştu. Üniversite kendisine küçük bir maaş bağladı ve doktor ona daha yumuşak iklimli yerlerde yaşamayı tavsiye etti.
Takip eden yıllarda Nietzsche İtalya’yı, Fransa’nın güneyini ve İsviçre’yi gezdi. Hastalığını dindirecek bir iklim aradı durdu. Neydi şikayetleri ? Öyle görünüyor ki, bir insanın geçirebileceği tüm hastalıklardan şikayetçiydi. Gözleri yarı kör denebilecek oranda kötü görüyordu. (Doktoru ona bundan böyle kitap okumamasını tavsiye etti, ama aynı şekilde bundan böyle nefes almamasını da isteyebilirdi ondan.) Şiddetli ve felç edici bir baş ağrıları çekiyordu. Bu ağrılar onu zaman zaman günlerce yatağa bağlıyordu. Çoğu zaman da sayısız küçük şikayetlerden muzdaripti. İksirlerden, ilaçlardan, haplardan, kolonyalardan ve özütlerden oluşan koleksiyonu, hastalık hastası diğer felsefecilere kıyasla eşsizdi. Buna rağmen Üstinsan tasarımını geliştiren kişi o oldu. Bu dengeleyici öğe bizlere Üstinsan fikrinin Nietzsche’nin diğer ve daha kabul edilebilir düşünceleri arasındaki önemli yerini unutturmamalıdır. Bu öğe belki de, bu bilgesizlik incisini ortaya çıkaran kabuğun içindeki bir kum tanesiydi.
Üstinsan, uzun ve -dithyrambosca- bir şiir olan -Böyle Buyurdu Zerdüşt-te ortaya çıkar. Bu şiir neredeyse dayanılmaz bir süslülük ve ciddiyet içindedir ve bu mutlak ciddiyet yazarının tüm -ironik olma- çabalarına ve kuşun -hafifliğine- rağmen kitabı cazip tutuyor.
Tıpkı Dostoyevski veya Hesse gibi -Zerdüşt-ü de ancak yirmi yaşın altındaysanız okuyabilirsiz. Buna rağmen bu eserin anlattıkları -hayatı değiştiriyor-. Üstelik her zaman kötü yönde de değil. Eserdeki aptallıklar hemen göze çarpıyor, ama geriye kalan kısımlar okuyucuyu mevcut tasarımlar hakkında derin düşüncelere teşvik ediyor. İçindeki felsefenin ise dikkate değer bir konumu yok.
Yumuşak bir kış iklimine sahip olan kaplıca ve ılıcalara yaptığı sürekli seyahatleri sırasında Nietzsche, arkadaşı Paul Ree aracılığıyla yirmi bir yaşındaki Rus kızı Lou Salomé ile tanışır. Ree ve Nietzsche onunla (beraberce, bazen de onunla tek başına) yürüyüşlere çıkar ve kafasına felsefi inançlarıyla doldurmaya çalışırlardı. (Nietzsche -Zerdüşt-ü hiçbir zaman sahip olmayacağını söylediği oğlu olarak tanıtır. - bu genç Zerdüşt açısından talihli bir karardı, üstelik sadece böyle bir isimle okulda alay konusu olma ihtimali yüksek olduğu için değil.) Lou, Ree ve Nietzsche bir zaman sonra, günümüzde düşünülmesi pek mümkün olmayan üçlü bir ilişki içine girerler. Günümüzde düşünülmesi zor, çünkü cinsel açıdan bu denli saf olabilecek kimseler kalmadı. Önceleri üçü de kendilerini felsefeye adamak ve bir ménage á trois işletmek isterler. Ardından Ree ve Nietzsche (birbirlerinden habersiz) Lou’ya aşık olduklarını fark eder ve evlenme teklifinde bulunmaya karar verirler. Ne yazık ki Nietzsche gülünesi bir hatada bulunarak, Ree’ye onun adına Lou ile konuşması ricasında bulunur. (Yine de bu durum Nietzsche’nin, çağının en büyük psikologu olarak anılma hakkı ile tezat oluşturmuyor. Bunu, bir psikologun aşk hayatını yakından takip etmiş olan herkes teyit edebilir.)
Luzern’de bir fotoğraf atölyesinde çekilen bir resim, bu üç insandan hangisinin mevcut durumuna hakim olduğunu gösteren en açık kanıttır: İki duygusal olarak bâkir adam (38 ve 33 yaşlarında) bir at arabasına bağlıdırlar; arabanın içindeyse yirmi bir yaşında olan gerçek bakire oturur ve kırbacını sallar.
Sonunda üçü de bu trajikomik aşk ilişkisinin artık ayakta tutulamayacağını anlarlar ve ayrılırlar. Nietzsche öylesine deliye döner ki, şu satırları kaleme alır: -Bu akşam delirinceye dek morfin çekeceğim.-
Ancak ardından Lou’nun düşer çocuğu -Zerdüşt-ün annesi veya kız kardeşi olmaya laik bir insan olmadığına karar verir. (Lou Andreas Salomé zamanının en dikkate değer kadınlarından biri oldu. En sevdiği kocası olan bir Alman profesörünün soyadını aldıktan sonra iki önemli adam daha üzerinde etki bıraktı: Şair Rainer Maria Rilke ile ilişkisi ve yaşlanmakta olan Sigmund Freud ile sıkı bir dostluğu vardı.)
Nietzsche kışlarını çoğunlukla Nis, Turin, Roma veya Menton’da ve yazlarını da -dünyanın 1500 metre üstünde ve dahası, diğer tüm insanların yükseğinde-, İsviçre’nin Engadin yöresinde, bir köy olan Sils Maria’da geçiyordu. Günümüzde Sils Maria güzel küçük bir ılıca merkezidir (St. Moritz’den sadece 10 kilometre uzakta.) Ancak Nietzsche’nin oturduğu ve genelde ecza dolabını kurduğu odayı gezmek hâlâ mümkün. Burada dağlar hemen gölün ardından dük yamaçlarla İtalya ile sınırı oluşturan Berina dağının 4000 metredeki karlı zirvelerine yükselir. Evin arkasından sessiz ve sakin patikalardan yamaçlara tırmanılabilir. Nietzsche felsefe yaparken bu patikaları kullanır ve ara sıra da, düşüncelerini küçük not defterine kaydetmek için ıssız bir kayanın yanından köpürerek akıp giden derenin kenarında dururdu. Eserlerinin üslûbunda bu yörenin atmosferinden, yani heybetli manzaralarından, sessiz zirvelerinden ve yalnızlık duygusundan bir parça görmek mümkündür. Nietzsche’nin, düşüncelerinin büyük bir bölümünü geliştirdiği bu yöreler gezilip görülürse, onun bazı hataları ve erdemleri daha kolay açıklanabilir olur.
Nietzsche genelde çok yalnız yaşar, ucuz odalar kiralar, ara vermeden çalışır, ucuz lokantalarda yemek yer ve o dayanılmaz baş ağrılarını ve diğer şikayetlerini elinden geldiği kadar dindirmeye çalışırdı. Yer yıl şaşılacak derecede kaliteli bir kitap yazıyordu. -Sabah Alacası-, -Şen Bilim- ve -İyinin ve Kötünün Ötesinde- gibi eserler, Batı uygarlığı ve onun değerleri, psikolojisi ve tutkuları ile hesaplaştığı harikulade eleştirel kitaplardır. Üslûbu berrak ve anlaşılır, delilikleri ise makul sınırlar dahilindedir. Buna sistematik felsefe yapmak denebilir. Hume, Nietzsche’den yaklaşık yüz yıl önce arı felsefi yıkım çalışmalarını sonuçlandırdıysa da, Nietzsche’den önce hiç kimse onun kadar iyi bir yıkım çalışmasında bulunmadı. (Ne var ki böyle bir çalışma tekrar gerekli olmuştu, çünkü idealist Alman sistemlerinde metafizik ölülerin arasından tekrar dirilmişti.)
Nietzsche’nin felsefe yapma sanatı konusundaki üstün yeteneğinden bazı başka örneklere bir göz atalım. Nietzsche hakikate ve hakikatin anlamına dair tasarımlarımızı (gerçek anlamda -hakiki- bir argüman kullanarak) dağıtıyor. Bu çaba sonucunda ortaya, özellikle de bizlerin bilim adına kendimize ve gezegenimize yaptığımız ve yapmaya devam ettiğimiz şeylere bakacak olursak, oldukça çağdaş olan bazı ilginç bilgiler çıkıyor. Düşüncelerinin içerikleri günümüzde, o dönemde olduğundan daha az yok edici değiller.
Seksenli yıllarda Nietzsche çalışmalarını büyük bir yalnızlık içersinde tanınmayan ve okunmayan bir yazar olarak sürdürür. Aşırı yalnızlığı ve kabul görmüyor oluşu kendisi için gitgide daha dayanılmaz bir hâl aldığı için, kendisinden beklentileri arttırdı. 1888’de Danimarkalı Musevi eğitimci Georg Brandes, Kopenhagen Üniversitesinde Nietzsche’nin felsefesi ile ilgili ilk derslerini vermeye başlar. Ne yazık ki, bu biraz gecikmiş bir girişimdi. Gerçi o yıllarda Nietzsche dört kitap yazdı, ama ilk kopukluk belirtileri de ortaya çıktı. Büyük bir düşünürdü ve bunun farkındaydı: Dünyanın da bunu bilmemesi imkânsızdı. -Ecco Homo- adlı eserinde -Böyle Buyurdu Zerdüşt- hakkında şöyle yazar: -Buna benzer bir şekilde hiçbir zaman yazılmadı, hissedilmedi ve acı çekilmedi...- - Eleştiriyi ve inanılırlığı aşan bir ifade. Bu yetmiyormuş gibi, bunu bir de şu başlıklarla yazılan bölümler izler: -Neden bu kadar bilge olduğum-, -Neden bu kadar iyi kitaplar yazdığım- ve -Neden bir yazgı olduğum-. Bu bölümlerde alkolü eleştirir, yağı alınmış kakaoyu över ve kendisinin geliştirdiği dışkılama yöntemlerini tavsiye eder. -Zerdüşt-ün tumturaklı ve sisli havası tekrar su yüzüne çıkar, üstelik bu defa çok büyük boyutlarda: Cinnet olarak.
Ocak 1889’da sonu hızla yaklaştı ve onu yakaladı. Nietzsche Turin’de bir cadde üzerinde yürürken birden fenalaşarak yığılır. Düşerken feryatlarla, az önce kırbaç yemiş bir fayton atının boynuna sarılır. Nietzsche oteline götürülür. Oradan Cosima Wagner’e (-Seni seviyorum Ariadne-), İtalya Kralına (-Sevgili Umberto’m... tüm antisemitistleri vurdurtacağım-.) ve Jacob Burckhard’a (ki burada -Diyonisos- diye imza atar) kartpostallar gönderir. Burckhardt olup bitenleri anlar ve Nietzsche’nin bir arkadaşına haber verir. O da gidip onu Turin’den alır.
Nietzsche bunama geçiriyordu ve bir daha sağlığına kavuşamayacaktı. Durumu günümüzde dahi iyileştirilemez olurdu: Aşırı çalışma, yalnızlık ve çektiği acılardı bundan sorumlu olan, ama en çok da ona bulaşan frengi. Bu hastalık, -beyin felcine- neden olan üçüncü evresine ulaşmıştı. Bir sanatoryumda kısa süre yattıktan sonra annesinin refakatına verilir. Nietzsche artık kendi halinde uysal biriydi ve zamanının çoğunu kasılıp kalır bir durumda geçiriyordu. Düşüncelerinin berraklaştığı bazı anlarda geçmiş hayatıyla ilgili şeyler hatırlıyor gibiydi. Bir gün birisi ona bir kitap uzattığında şöyle dedi: -Ben de iyi kitaplar yazmadım mı?-
Annesi 1897’de öldüğünde bakımını kız kardeşi Elisabeth Förster-Nietzsche üstlendi. Nietzsche’nin emanet edilmesi gereken son insan oydu. Kız kardeşi, tanınmış bir Yahudi düşmanı ve başarısız bir öğretmen olan Bernhard Förster ile evliydi. Nietzsche onu insan olarak ve düşünceleri nedeniyle küçümsüyordu. Förster, Nueva Germania olarak adlandırdığı -ari- bir koloni kurmak üzere Sachsen’de bazı köylü ailelerini kandırıp Paraguay’a götürmüş, sonunda köylüleri dolandırıp intihar etmişti. (Nueva Germania’dan geri kalanları günümüzde de Paraguay’a gidip görmek mümkün. -Efendi-Irk- ise bugün oradaki yerliler gibi yaşıyor ve sadece sarı saçlarından ayırt edilebiliyor.) Elisabeth Almanya’ya dönüp ağabeyinin bakımını üstlendiğinde, onu önemli bir şahsiyet yapmaya karar verdi. Nietzsche’yi alarak, bir Nietzsche Arşivi kurmak niyetiyle, Schiller ve Goethe’nin yaşadığı kent olarak belirli bir üne sahip olan Weimar’a taşınır. Ardından onun yayınlanmamış yazıları üzerinde oynar ve onlara Yahudi düşmanlığı yansıtan ve kendisini öven unsurlar katan eklemeler yapar. (Üzerine eklentiler yapılan bu yazılar -Güç İstemi- adıyla yayınlanır. Ancak Nietzsche uzmanı Walter Kaufmann daha sonraları Elisabeth Förster-Nietzsche’nin yaptığı o saçma eklentileri ayırt etmeyi başarır ve bizlere Nietzsche’nin be en ilginç ve anlamlı kitabını gerçek tarafıyla sunar.)
Nietzsche, doğasını çok doğru kehanetlerle tanımladığı yirminci yüzyılın başına kadar hayatta kaldı. O kocaman bıyıklı, üzünç verici, bezgin ifadeli ve kim olduğunu artık bilmeyen adam, 25 Ağustos 1900’de öldü. O sıralarda eserleri, tüm hayatı boyunca beklediği yankıyı buldu. Ünü çok hızlı bir şekilde yayıldı. Üzerinde etki bıraktığı ve yirminci yüzyılın önemli şahsiyetleri olan insanlar arasında Freud, Rilke, Yeats, Strindberg, O’Neil, Shaw, Mann ve Conrad da bulunuyor. Naziler onu resmi filozofları olarak ilân etmeye çalıştıklarında ve Hitler, Weimar’daki Nietzsche Arşivinin önünde Elisabeth Förster- Nietzsche’nin elini öptüğünde, çıldırmanın ve cinnetin krallığına ayak atanlar bu kez Nietzsche’nin felsefesi değil, Nazilerdi. Nietzsche açıkça şöyle dedi: -Elbette henüz, ‘Alman Varlığı’ coşkunluğuna ulaşmadım. Bu ‘üstün’ ırkı saf tutma isteğine ise daha da uzağım. Tam tersine, tam tersine-.- Nietzsche, günün birinde ünlü bir adam olacağından daima emindi, ama dünyanın, ama dünyanın kendisini nasıl biri olarak değerlendireceğini tam olarak kestiremiyordu (ve bunda da haklıydı.) -Günü birinde beni aziz ilân etmelerinden çok korkuyorum... Ben aziz biri olmak istemiyorum, öyle olmaktansa, soytarı olmayı yeğlerim...-
Kaynak: 90 Dakikada NIETZSCHE
HiÇ bir zaman barış yoktur, çünkü barış zamani canavar kendi kendine saldirir.
Kendinden hiç söz etmemek çok soylu bir ikiyüzlülüktür
İnsanların tarih boyunca farkına vardıkları aşılmaz zorunluluk, bu zorunluluğun ne aşılmaz ne de zorunlu olduğudur
İçine doldurulacak çok şey olduğu zaman, günün yüzlerce cebi vardır”.
Bir düşmanla savaşarak yaşayan kişinin, düşmanını hayatta bırakmakta yararı vardır
Ruh arayanda, hiç ruh yoktur
1-) Sevdiğiniz insanları düşünüyorsunuz, ama daha derine inin, sonunda sevdiğinizin onlar olmadığını göreceksiniz, siz bu sevginin içinizde yarattığı duyguları seviyorsunuz..!
2-) Hiç kimsenin bir şeyi sırf başka birisi için yapmadığını göreceksiniz. İnsanların bütün eylemleri kendisine yöneliktir, bütün hizmetleri kendine hizmettir, bütün sevgisi kendini sevmesidir..!
3-) Her güzel kadının olduğu yerde, birde onu düzmekten bıkmış zavallı bir erkek vardır
4-) Benim felsefe yöntemimi belirleyen temel özellik İNANMAMAKTIR..!
5-) Benim için para çok şey ifade etmez, yeter ki çalışmalarımı devam ettirmeye yetecek kadar param olsun..!
6-) KAYA GİBİ; Neysen o ol..!
7-) Beni öldürmeyen şey, beni güçlendirir
8- Ölüm güç bir şeydir. Ölümün son iyiliği, bir daha ölümün olmamasıdır..!
9-) Kadın sevmek demek, yaşamdan nefret etmek demektir..!
10-) Ümit mi? Ümit en son kötülüktür..! Ümit kötülüklerin en kötüsüdür, çünkü işkenceyi uzatır!
11-) Kutsal olan gerçekler değil, kişinin kendi gerçeği için çıktığı arayıştır..!
12-) İnsan ölümü nasıl karşılayacağına karar vermek zorundadır..!
13-) Kimin neyi bilmek istediğini kim belirleyebilir?
14-) Sürelere özgü zevkler herkes için geçerli değildir.
15-) Benim evim valizimdir.
16-) Kendi alevlerinizde yanmaya hazır olmalısınız, önce kül olmadan kendinizi nasıl yenileyebilirsiniz?
17-) Gerçek seçim, yalnızca gerçeğin ışığı altında filizlenebilir
18- Bir erkek ancak bir erkek gibi davranarak, onun içindeki kadının ortaya çıkmasına yol açar
19-) Aşık seven kişi değildir, sevdiği kişinin mutlak sahibi olmaya çalışandır
20-) Kadınları suçla ve cezalandır..! Onlardan uzak dur..!
21-) Cinsel arzu, aslında karşıdaki insanın zihni ve bedeni üzerinde mutlak hakimiyet kurmak için duyulan arzudan ibarettir..!
22-)Uçuruma Baktıkça Uçurumda Sana bakar.orjinali “when you look into an abyss, remember that the abyss also looks into you”
23-) Hırsı yenmek için, daha büyük bir hırs gerekir. Pek çok kişi daha az hırsla dönen çarkın altında ezilip gitmiştir.
24-) Bütün soğuk canavarların en soğuğuna devlet denir. Soğuk soğuk yalan söyler o; ve ağzından şu yalan sürüne sürüne çıkar; “Ben devlet ulusum ben” Yalan! yaratıcılardır ulusları yaratanlar.
25-) Devlet derim ona, herkesin ağı içtiği yere, iyilerin ve kötülerin; devlet, herkesin kendini yitirdiği yer.
26-) Derin olduğunu bilen kimse kolay anlaşılır olmaya calışır, kalabalıkta derin görünmekten hoşlanan kimse ise anlasılmaz olmaya calışır. Kalabalık dibini göremediği herseyi derin sanır cünkü.
27-) Bundan sonraki yıllarda yapacağım iş iyiden iyiye belirlenmişti. Olumlayıcı kesimini bitirmiştim işimin. Sözle, eylemle hayır diyen bölümüne gelmişti sıra. Bunlar da şimdiye değin sürüp gelen değerlerin yenilenmesi, büyük savaş, son karar gününün belirlenmesiydi. Bu arada, bir de yavaş yavaş çevreme bakıyor, kendime yakın gördüklerimi, güçlerine dayanarak bu yok etme işinde bana yardımı dokunabilecekleri arıyordum. İşte o günden beri, yazılarımın her biri bir oltadır: Kim bilir belki de olta atmakta herkesten ustayımdır?… Oltama hiç bir şey takılmamışsa suç benim değil artık. Balık yokmuş.
28- Insanlari siddetle kendi üzerine çeken, bir oyunu her zaman kendi lehine çevirmistir.
29-) Çok düsünen ve uygulamali düsünen, kendi maceralarini kolayca unutur, ama basindan geçenlerin çagristirdigi düsünceleri hiç unutmaz.
30-) Biri kendi düsüncesine bagli kalir; çünkü ona kendi kendine ulasmis oldugunu sanir. Öteki ise, onu zahmetle ögrendigi ve onu anlamis olmakla övündügü için baglidir düsüncesine. Sonuç olarak, her ikisi de kendini begenmislik .
1. Hepimiz bir sürü parçadan oluşuruz ve bu parçalar kendilerini ifade etmek için çırpınır. bizler yalnızca varılan son uzlaşmadan sorumlu tutulabiliriz, her parçanın sahip olduğu karmaşık dürtülerinden değil.
2. İdeal evlilik ilişkisi, her iki insanın da yaşamını sürdürmesi için bu ilişkiye muhtaç olmadığı zaman kurulandır.
3. Biriyle tam bir ilişki kurabilmen için önce kendinle ilişki kurabilmelisin.
4. Kendi yalnızlığımızı kucaklayamazsak, inzivaya karşı kalkan olarak başka birini kullanırız. yalnızca bir kartal gibi yaşayabilen insan-başka birine sevgisini verebilir; yalnızca o zaman o insan bir başkasının büyümesi ve gelişmesiyle ilgilenebilir.
5. Her insan, gerçeğin ne kadarına dayanabileceğini seçmeli.
6. En çok çiğ damlası, en sessiz gecede düşer.
7. Mezarlıkların, insanın zihnini dinlendirdiğini ve yaşamdaki önceliklerin değerlendirilmesini sağladığı söylenir.
8. En çok arzu edilen kadın en çok korkulan kadındır. tabii bunun nedeni onun ne olduğu değil, bizim onu nasıl gördüğümüzdür.
9. İkili yaşam ilave yaşam gibi. insana adeta uzatılmış bir yaşam sunuyor.
10. Bizler arzu edilenden ziyade arzu etmeye aşığızdır.
11. Kendini iyi biri olarak gösteriyor -kimseye zarar vermiyor- yalnızca kendinden ve doğadan başka kimseye! sırf pençeleri yok diye kendilerine iyi diyenlerden biri olmaktan vazgeçirmeliyim onu.
12. Uygar, kibar ve görgülü bir adam. vahşi tabiatını ıslah etmiş, içindeki kurdu kuzuya çevirmiş. ve buna ılımlılık diyor. bunun asıl adı, vasatlıktır.
13. Bastırılmış hınç insanı hasta eder.
14. Yaşadığımız şeyleri biz icat ederiz. dolayısıyla icat ettiğimiz şeyi de yok edebiliriz.
15. Tanrının ölmüş olması demek, varolmanın amacı olmadığını göstermez.
16. Ölümün geliyor olması, yaşamın değerli olmadığı anlamına gelmez.
17. Yaşam planınız sizin elinizde değilse, varlığınızı rastlantıya bırakmışsınız demektir.
18. Kimler daha emniyette, kimler daha rahat, kimler sonsuza dek mutludur? yalnızca sığ zihinli olanlar yani sıradan insanlar ve çocuklar.
19. İnsanların tarzları iki temel bölüme ayrılabilir: ruhunda sükunete kavuşmak ve mutlu olmak isteyen insanlar inanmalı ve iman etmeli, ama hakikatin peşindeki insanlar iç huzurundan feragat edip yaşamlarını bu sorgulamaya adamak zorundadırlar.
20. Başkalarının kurallarına uymak, insanın kendini yönetmesinden çok, hem de çok daha kolaydır.
21. Size düşen ödev kendinizi kabullenmenizdir, benim sizi kabullenmemim yollarını aramak değil. (kendinden hoşlanmayan pek çok insan gördüm; bunlar önce başkalarını kendileri hakkında iyi düşünmelerini sağlarlar.bunu başarınca da bu sefer kendileri de kendileri hakkında iyi düşünmeye başlarlar. ama bu sahte bir çözümdür; bu başkalarının otoritesinin altına girmeyi kabullenmektir.)
22. Aslında verir gibi yaparak hediyeyi kendiniz almaya çalışanlardan biri misiniz?
23. Bir dost dinleneceği bir yer aradığında ona verilecek en iyi yer sert bir yataktır.
24. Aslında kimse kimseye yardım edemez; insan kendine yardım etme gücünü kendi içinde bulmalıdır.
25. Neysen o ol.
26. Daha derinlere inip motivasyonlarınızın kaynağını bulun! hiç kimsenin bir şeyi sırf başka birisi için yapmadığını göreceksiniz. insanın bütün eylemleri kendine yöneliktir, bütün hizmetleri kendine-hizmettir, bütün sevgisi kendini sevmesindendir.
27. Yazılarımdaki başarı, sürüler halinde yaşamanın getirdiği rahatlıktan kendimi bilerek ve isteyerek uzaklaştırmamdan; kötü ve güçlü eğilimlerle yüz yüze gelme cesaretini gösterebilmemden kaynaklandı. araştırma ve bilim, önce inançsızlıkla başlar. ancak inançsızlık başlı başına strestir. yalnızca güçlüler buna dayanabilir.
28. Gerçeğin ne kadarına dayanabilirim ?
29. Beni öldürmeyen şey, beni güçlendirir.
30. Birinin kendisini başka birine açması ihanetin kapılarını açar ve ihanet insanı çok rahatsız eder.
31. Bir kişi köprüyü geçmek üzere -yani, öteki kişiye yaklaşıyor- o anda karşıdaki kişi, o kişinin zaten yapmayı düşündüğü şeyi yapmaya davet ediyor. o zaman birinci adam adım atamıyor; çünkü artık yapacağı şey, diğerine boyun eğmek gibi geliyor, belli ki yakınlaşma yolunu engelleyen şey, güç.
32. Ölümün son iyiliği bir daha ölmeyecek olmaktır.
33. Kafası bir sürü kitaba gebe ve baş ağrılarının nedeni de beynin doğum sancıları olduğu düşüncesinde.
34. Kemikleri, eti, bağırsakları ve kan damarlarını kaplayan deri nasıl insan görünümünü katlanabilir hale getiriyorsa, ruhun ajitasyonu ve ihtirası da kibirle kapatılmıştır; ruhu kaplayan deridir.
Nietzsche kendinden önceki filozoflardan farkli düşüncelerle çıkar sahneye.. Kimilerine göre karamsarlık diye adlandırılsa da, gerçekliği acımasızca dile getiren keder tanrısıdır.
Nietzsche’nin değer felsefesi de diğer filozoflar gibi değildir. “iyi” ve “kötü” onun için bir değer değildir *. güven, adalet, özgürlük gibi kavramları değer olarak görmektedir. bir filozof olarak nietzsche’nin temel aldığı düşünme konusu insandır. felsefe tarihinde insan hep varlık , etik ve ahlakçerçevesinde işlenmiştir ama nietzsche’nin bakışı doğrudan doğruya insana yönelik bir bakıştır. insan söz konusu olduğunda da insanlık genel şemsiyesinin altında toplanan insanlık kavramından değil, somut (tek insan) insandan bahseder. tek insan , belli bir yerde yaşayan, yüzü olan, kanlı canlı insandır ona göre.
insanları eşit olarak görmez. insanla hayvan arasındaki yapı farkı nietzsche’de insanla insan arasındaki farka dönüşebilir diyerek insanlar arasında yapı farkının olduğunu söyler. ona göre tek insan, yaşayan insandır. peki yaşamak nedir nietzsche’ye göre?
yaşamak, bir yanda güçteki çoğalma, artma, büyüme, oluşum, gelişim, diğer yanda güçteki zayıflama, çökme, azalma, küçülme, bozulma ve çürümedir. yaşayan varlığın gücü istemesinin görünümüdür. her yaşayan varlık, gücü isteyen varlıktır der ancak gücü istemek, güçlü olmak ne demektir diye bir soru çıkar sonrasında. ona da : ortaya konan hedefin, amacın gerçekleşmesini istemek der ve insanların gücü istemesindeki farklılğın insanları eşit kılmadığını söyler.
Dünyada tek bir anlamın olmadığını, bizim dünyaya, yaptığımız değerlendirmelerle anlam kattığımızı belirtir
Ey kardesim, yalnizliga mi çekilmek istersin? kendi yolunu kendin mi aramak istersin? biraz dur ve dinle beni..
kendine kötünü ya da iyini verebilir misin ve asabilir misin istemini basinin üstüne bir yasa gibi?
olabilir misin kendi kendinin yargici ve intikamcisi kendi yasanin?
bugün bile birçok seyde istirap çekiyorsun ey sen tek kisi: bugün hala cesaretin ve umutlarin tam.
fakat bir gün yoracak seni yalnizlik, bir gün bükülecek gururun ve yerinden oynayacak cesaretin. haykiracaksin bir gün “ben yalnizim” diye.
bir gün göremeyeceksin artik yükseldigini ve çok yakininda olacaksin alçaldiginin; kendi yücen bile korkutacak seni bir hayalet gibi. bagracaksin bir gün “her sey yanlis!” diye. duygular vardir yalnizlari öldürmek isteyen; basaramazlarsa öldürmeyi, o zaman kendileri ölmek zorunda kalirlar. fakat yeter mi gücün senin katil olmaya?
koru kendini iyilerden ve adillerden! onlar hoslanirlar kendi erdemini yaratanlari çarmiha germekten –nefret ederler yalnizlardan…
koru kendini sevginin nöbetlerinden! çok çabuk uzatir elini yalniz kisi, karsilastigi her insana… fakat karsilasabilecegin en büyük düsman kendin olacaksin yalnizca; bizzat kendin bekleyeceksin magaralarda ve ormanlarda pusuda.
ey yalniz kisi! kendine giden yolu yürürsün! kendinden ve yedi seytanin önünden geçer yolun!
ey yalniz kisi, yaraticinin yolunda yürürsün: bir tanri yaratmak istersin kendine yedi seytandan.
ey yalniz kisi, sevenin yolunda yürürsün: kendini seversin sen, bu nedenle küçümsersin kendini, sevenlerin küçümsedigi gibi.
yaratmak ister seven kisi, çünkü küçümser! sevdigi seyi küçümsemek zorunda kalmamis bir kisi, ne anlar ki sevgiden!
sevginle gidesin yalnizligina ve yaratmanla kardesim; çok sonra topallar adalet, senin ardindan.
gözyaslarinla gidesin yalnizligina kardesim. ben kendisinden ötesini yaratmak isteyeni ve öyle yok olani severim…
Doğruluk
Bana: Haydi öyle olsun! Seni deneyeyim bir, demek olanağı veren her kuşkuyu överim. Fakat deneye izin vermeyen hiçbir sorunun lafı edilmesine de dayanamam. Benim doğruluğumun sınırları bunlardır işte: Ondan ötesi için yiğitlik sökmez artık.
Başkalarının hakkımızda bildikleri
Kendi hakkımızda bildiklerimiz belleğimizin hatırda tuttukları, yaşantımızın mutluluğu için sanıldığından daha az kesindir. Bir gün gelir, bu yaşantıda başkalarının hakkımızda bildikleri ( ya da bildiklerini sandıkları) şeyler çıkıverir ortaya; o zaman onların fikirlerinin daha güçlü olduklarını fark ederiz, insan adının kötüye çıkmasından ise bildiklerinin yanlış çıkmasına daha kolay katlanır.
Ayrı duranlar
Parlamentarizm, yani beş tane politik düşünce arasından birini seçmek için verilen resmi izin, bağımsız ve kişisel görünmekten çok hoşlanan bir sürü insanın özellikle hoşuna gider.Fakat aslında sürüye tek bir düşünceyi zorla kabul ettirmek ya da beş tanesi arasında seçim yapmasına izin vermek o kadar önemli değildir; bu beş düşünceden hiçbirini paylaşmayan ve herkesten ayrı duran kişi, bütün sürüyü aleyhine çevirir her zaman.
Bir savunucu aleyhinde Bir davaya zarar vermenin en kalleşçe yöntemi bunu, bile bile kötü nedenler ileri sürerek savunmaktır.
Alkış
İnsan gürültü yapmadan alkışlayamaz, hatta kendini bile.
Neye inanırsın?
Şuna: Her şeyi yeniden teraziye vurmalı.
En insancıl davranış nedir?
Birisinin utanmasını önlemek.
Gurura karşı
Çok şişinme: Ufak bir iğne patlatıverir seni.
Okuyucuma
Sağlam çeneyle sağlam mide: İşte benim istediğim. Kitabımı hazmedince benimle anlaşacaksın muhakkak.
Güçbeğenir
Canının istediği gibi seç deselerdi cennetin tam ortasında küçük bir yer seçerdim: Ama yer, kapısında olsaydı daha iyi olurdu.
Bencillik
Bencillik, duyguların perspektif yasasıdır: Buna göre en yakın nesneler en büyük ve en ağırlarıdır, uzaktakilerin ise ağırlıkları ve boyları küçülür.
Zerdüşt
Doğrusu şu ki, insan kirli bir nehirdir. Kirli bir nehiri kirlenmeden içine alabilmek için bir deniz olmak gerek. Görüyorsunuz, insandan üstün olmayı öğretiyorum size: Üstün insan bu denizdir; sizin büyük aşağısamanız onda yok olabilir.
Ne yazık, insanın artık dünyaya yıldız getiremeyeceği zamanlar yaklaştı. Ne yazık, insanların en aşağılığının, kendini aşağısamasını artık bilemeyenin görüleceği zamanlar yaklaştı.
Ne mutlu uykusu olanlara, hemen uyuyacaklar çünkü.
Bir gün Şeytan şöyle dedi bana: Tanrının da cehennemi var: İnsanlara beslediği sevgidir bu.
Geçende de söyle dediğini duydum onun: Tanrı öldü; insanlara olan merhametinden öldü Tanrı.
Toplum
Bulanık suda balık avlayanla derinliklerden feyiz alanları halk kolaylıkla bir tutar.
Her ulusun kendine öz iki yüzlülükleri vardır: Erdemleri, der bunlara o. İnsan kendi en iyi yanını bilmez, bilemez.
Bir barbarlık dönemi başlıyor; bilimler de ona hizmet edecekler.
İnsan
Sonuçlar karşısında korkaklık: Çağcıl bir kusur.
Ne denli yükselirsek, uçmak bilmeyenlere o denli küçük görünürüz.
Tutkulu insanlar, başkalarının ne düşündüklerini az düşünürler: Durumları onları hiçliğin üzerine yükseltir.
Bir inancı sırf adettir diye kabullenmeye namussuzluk, korkaklık, tembellik denir. Şu halde namussuzluk, korkaklık, tembellik ahlakın önsel?i olsalar gerek.
Her erdemde budalalık eğilimi, her budalalıkta erdem eğilimi vardır. Rusya?da ?evliya gibi aptal? derler. Yaşam, sıkılmaya vakit kalmayacak kadar, çok kısa değil midir? Hiç değilse insan cennetteki, sonsuz mutluluğuna inanmalı ki…..
Kadını kadının içinde özgürlüğe kavuşturmalı!
Kadının nasıl bir nimet olduğunu tüm derinliği ile hissetmek gereklidir.
Düşünce
Bilgi kuramından ibaret kalan felsefe, gerçekte o çağın çekingen bir öğretisinden, bir ılım (itidal) öğretisinden başka şey değildir artık: Kapının eşiğinde duran ve içeriye girme hakkını kendinden esirgeyen bir felsefe ? en son kertesine inmiş, bir son, bir can çekişme haline, acınacak hale gelmiş bir felsefedir bu. Şu halde, nasıl olur da böyle bir felsefe….hüküm sürebilir!
Sevgi yüzünden yapılan şey her zaman iyilikle kötülüğün ötesinde yapılır.
İnsanoğlu hiçbir şey istememektense hiçliği istemeyi yeğler.
Güzel, çirkini yendiği anda büyük üslup da doğar.
Büyük bir düşünceyle karşı karşıya olmak dayanılır şey değildir. Bir düşünceyi—bu yüzden ölmelerine meydan vermeksizin?bildirebileceğim insanlar arıyorum, çağırıyorum onları.
Doğru diyince bu zihnimde kesinlikle yanlışlığın tersini değil, fakat sadece en esaslı hallerde çeşitli yanlışların birbirlerine oranla durumlarını gösteriyor.
Gizemsel izahlar derin sanılır; doğrusu şu ki, yüzeysel bile değildir onlar.
Kaynak:
Seçilmiş Düşünceler (Denemeler)
Friedrich W. Nietzsche
Türkçesi: Samih Tiryakioğlu
Assos Yayınları