21 Nisan 2009 Salı

Soykırım kavramı, BM Soykırım Sözleşmesi ve TCK'da yer alan soykırım suçu (*)

Soykırım kavramı, BM Soykırım Sözleşmesi ve TCK'da yer alan soykırım suçu (*)


Türkiye üniversitelerinin son 40 yıldır odaklandığı önemli bir resmi inkarcılık da, 1915 olayının soykırım olarak tanımlanamayacağı savı. Ermeni Soykırımının inkarı, aynı zamanda buna ilişkin kaynakların sistematik olarak inkarını ve çürütülmeye çalışılmasını içerir. Ayrıntıda kalan unsurlar öne çıkarılmaya, çelişkiler yakalanmaya çaba harcanır. Bunlar üzerinden giderek, bütünün inkarı için mesnetler oluşturulmaya çalışılır.

Resmi tarih tezinin bu inkarcılığı, Hitler'in Ermenilerle ilgili sözlerinin aslında sarf edilmediği boyutuna kadar vardırılır, Hitler bile tashih edilmeye çalışılır. Oysa Hitler'in Polonya'yı yok etmek üzere harekete geçmeden önce düzenlenen gizli bir toplantıda, ordu komutanlarına hitaben yaptığı konuşmanın farklı kişilerce tutulan notlarında kullandığı, 'oder erinnern Sie sich doch an die Ausrottung Armeniens' sözü herhalde, soykırım tarihinin en kilit sözlerinden biridir. Yoketmeci aklın, tarihin derinliklerinden kendine nasıl meşrulaştırıcı ve kışkırtıcı gerekçeler bulduğunun ve bu aklın tarihsel örnekler arasında nasıl bir iç bağıntı ve sürekliliğinin var olduğunun en çarpıcı örneklerinden biridir.

Hitler bu konuşmasında Cengiz Hanı anmayı da ihmal etmez. Kan dökücülerin, daha sonra tarihte nasıl sadece 'devlet kurucusu' olarak anılması da, cesaret verici unsurlardan biridir. Öte yandan bu belgeye göre, inkarcılığın en temel tezlerinden biri de, jenosit/soykırım kavramının 2. Dünya Savaşı sırasında meydana gelen Yahudi Holokaust'unu tanımlamak için oluşturulduğu ve 1915 Ermeni örneğinin bu kavram kapsamında ele alınamayacağıdır. Oysa bu kavramın babası olan Polonyalı hukukçu Lemkin, gerek anılarında gerekse kendisi ile 1959 yılında yapılan bir televizyon programında, insanlığa karşı işlenen suçların kovuşturulması için uluslararası yargı mekanizmasının oluşturulması gerektiği düşüncesini çağrıştıran olayın Ermeni örneği ve 21 yılında Berlin'de görülen Talat Paşa Davası olduğunu belirtmiştir.

İngiliz sicimi, Alman zırhlısı

Son Osmanlı Sultanı Vahdettin, Kemalistler tarafından yargılanmasın diye İngilizler tarafından ülke dışına çıkarılınca, 'vatan haini' olurken, İngilizler tarafından 'savaş suçlusu' olarak yargılanmasın diye ülke dışına çıkarılan Talat, Enver ve Cemal Paşalar ise, hala 'devlet adamı' ve 'kahraman' olarak anılmaktadır. Demek ki, asılırsan İngiliz sicimi ile asılacaksın, kaçarsan Alman zırhlısı ile kaçacaksın! Bu kaçıştan önce bir çok önemli belgenin de imha edildiği biliniyor.

Osmanlı İmparatorluğu yönetimini 200 kişinin katılımı ile gerçekleştiren 1913 Darbesi ile ele geçiren İttihat Terakki maceracı kliğinin, ülkeyi nasıl Alman emperyalizminin yayılmacı emellerinin peşinde yıkıma sürüklediğinin hikayesi, hala karanlıkta... Alman militarizmi ile olan karmaşık ilişkiler de... Anadolu'dan ve başka cephelerden çeşitli imha deneyimleri ile Almanya'ya dönen ve Frei Korps/Özgür Birlikler diye adlandırılan oluşumları yaratan gruplar, önce Sosyalist Alman Devrimini bastırmak ve Karl Liebknect, Rosa Luxemburg gibi önderlerini katletmek için kullanıldılar. Bunlar daha sonra ilk Nazi oluşumlarına dönüştü. Bir çok bakımdan gerek Türk cephesi, gerekse, Alman cephesi birbirinin ilham kaynağı oldu. Ne yazık ki, Alman Ordusunun arşivleri 2. Dünya Savaşı bombardımanlarında yok oldu. Bunun için bu arşivlerde yeralan, Osmanlı Ordusunun Genel Kurmay Başkanlığını ve Ordu Komutanlıklarını üstlenen Alman subaylarının raporlarına, 1915 Ermeni Tehciri sırasında yürütülen operasyonlara Alman katılımı konusundaki belgelere ulaşmak mümkün değil. Osmanlı Ordusunun, TSK'ne devredilen arşiv belgelerine de araştırmacıların ulaşmaları mümkün değil.

Soykırımın inkar tezleri

Soykırım kavramının oluşumu, BM Soykırım Sözleşmesi ve Ermeni örneği ile olan bağlantı Jenosit kavramı, ilk kez Polonyalı hukukçu Raphael Lemkin 1944 yılında basılan 'İşgal Altındaki Avrupa'da Mihver Devletleri Yönetimi' adlı kitabında kullanılmıştır. Kavram, Yunanca genos (ırk veya aşiret, kabile) sözcüğü ile Latince cide (öldürmek) sözcüğünün birleştirilmesinden oluşmuştur. Bugün uluslararası hukuk çerçevesinde 'Soykırım' kavramı ise, 1948 tarihli 'BM Soykırım Suçunun Önlenmesine ve Cezalandırılmasına İlişkin Sözleşme' ile tanımlanmıştır.

Bugüne kadar 135 ülke tarafından onaylanan Sözleşmenin 2. maddesine göre; Soykırım; ulusal, etnik, ırksal ya da dinsel bir grubu toptan ya da onun bir bölümünü yok etmek niyetiyle: (a) Grup üyelerinin öldürülmesi, (b) Grup üyelerinin fizik ya da akıl bütünlüğünün ağır biçimde zedelenmesi, (c)Grubun fiziksel varlığının tümü ya da bir bölümü ile yok edilmesi sonucunu verecek yaşam koşulları içinde tutulması, (d) Grup içinde doğumları engelleyecek önlemler alınması, (e) Bir grup çocukların başka bir gruba zorla geçirilmesi eylemlerinden herhangi birine başvurulmasını kapsamı içine alır.

Lemkin'in istemesine karşın siyasal amaçlı kitle kıyımları, Sözleşme bünyesine alınmadı. Ermeni soykırımının inkarında savunulan tezlerden biri de, Tehcir'in siyasal nedenlerle başlatıldığı, bu nedenle Sözleşme kapsamına girmediği savı.

Böyle bir uluslararası sözleşmenin varlığına karşın, gerek bu sözleşmenin yürürlüğe girmesinden önceki, soykırım kapsamındaki örneklerin inkarını (Türkiye örneği) engellemediği gibi, Irak Kürdistan'ı (Enfal Harekatı), Bosna, Ruanda'da gerçekleştirilen yeni soykırımların önüne geçememiş, Cezayir gibi sömürge savaşlarında, Nijerya gibi iç savaşlarda, Vietnam gibi emperyalist savaşlarda, (bunların soykırım kapsamına girip girmediği tartışmalı olsa da), sistematik kitle kıyımlarını engelleyememiş, Kamboçya ve Endonezya (bazı araştırmacılar bunlara Stalin döneminde, Kulaklara yönelik imha uygulamasını da ekliyor) örneklerinde görülen siyasal ya da toplumsal gruplara yönelik kitlesel imha örnekleri ise soykırım bağlamında bir tartışma konusu bile olmamıştır.

Bunun en önemli nedenlerinden biri, soykırım ile ilgili bir uluslararası sözleşme olmasına, karşın, hukuki olarak bir çeşit cezalandırılmazlık (inpunity) durumunun devam etmesi, soykırım faillerini yargılayacak bir uluslararası yargı mekanizmasının çok gecikmiş olması, buna ilişkin bir uluslararası sözleşmenin oluşmasının ancak 90'ların sonunda mümkün olmasıdır (1998 Roma Sözleşmesi). Gerçi Yahudi soykırımının sorumluları II. Dünya Savaşından sonra Nurnberg'de oluşturulan Uluslararası Askeri Mahkeme'de yargılanmıştır. Lemkin'in bu mahkemenin danışmanları arasında yer almasına karşın, sanıklar hakkında hüküm, suçlamalarda soykırım kavramı ilk kez kullanılmasına karşın, insanlığa karşı işlenmiş suçlar kapsamında verilmiştir. Bugün artık, Ruanda ve Bosna soykırımı sanıklarının yargılandığı iki uluslararası mahkeme vardır. (ICTR ve ICY).

ABD, sürekli bir Uluslar arası Ceza Mahkemesi'nin (ICC) yetkisini, bu süreci başlatanlar arasında yer almasına karşı tanımamaktadır. Ve Irak savaşı öncesinde, kendisine destek veren ülkelerden bu mahkemenin yetkisini tanımadıkları konusunda taahhüt almıştır.

Dünya Savaşında yenilen Osmanlı devleti, Batılıların baskısı ile, Ermeni halkını topyekun imhaya yönelik 1915 Ermeni Tehcirinin bazı sorumlularını 1919 yılında Askeri Mahkemede yargılamış, Talat Paşa ve Enver Paşa gibi baş sorumlular gıyaplarında idama mahkum olmuşlardır. Bu mahkemenin idama mahkum ettiği Boğazlıyan Kaymakamı daha sonraları Ankara yönetimi tarafından 'şehit' ilan edildiği gibi, baş sorumlu Talat Paşa'nın cenazesi Nazi Almanya'sı tarafından 1943 yılında Türkiye'ye gönderilmiş ve Hürriyet Tepesinde devlet töreni ile defnedilmiştir. Süleyman Demirel'in devlet başkanlığı döneminde ise, Enver Paşa'nın cenazesi Orta Asya topraklarından getirilip törenle Hürriyet Tepesine gömülmüştür.

TCK'da yer alan soykırım suçu

Yeni Türk Ceza Kanunu, söz konusu sözleşmedeki tanıma ufak tefek değişiklikler ile yer vermiştir. Kanunun, 76 inci maddesinde Soykırım suçu, ulusal hukukun bir parçası olarak şöyle yer almaktadır:

MADDE 76. - (1) Bir planın icrası suretiyle, millî, etnik, ırkî veya dinî bir grubun tamamen veya kısmen yok edilmesi maksadıyla, bu grupların üyelerine karşı aşağıdaki fiillerden birinin işlenmesi, soykırım suçunu oluşturur: a) Kasten öldürme. b) Kişilerin bedensel veya ruhsal bütünlüklerine ağır zarar verme. c) Grubun, tamamen veya kısmen yok edilmesi sonucunu doğuracak koşullarda yaşamaya zorlanması. d) Grup içinde doğumlara engel olmaya yönelik tedbirlerin alınması. e) Gruba ait çocukların bir başka gruba zorla nakledilmesi.

(2) Soykırım suçu failine ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası verilir. Ancak, soykırım kapsamında işlenen kasten öldürme ve kasten yaralama suçları açısından, belirlenen mağdur sayısınca gerçek içtima hükümleri uygulanır.

(3) Bu suçlardan dolayı tüzel kişiler hakkında da güvenlik tedbirine hükmolunur.

(4) Bu suçlardan dolayı zamanaşımı işlemez.

Lemkin, herhangi bir topluma yönelik bu toptan yok etmeci edimleri daha önce Barbarizm ve kültürel değerleri yok etmeye yönelik Vandalizm ikili kavramı ile tanımlamaya çalışmış, daha sonra bu kavramların yerleşik kullanımlarında çok farklı içerikler taşıması nedeniyle, yeni bir kavramın oluşturulmasına ihtiyaç duymuştur. Lemkin, BM Soykırım Sözleşmesi'nin yazımında da görev almış, siyasal içerikli kitle kıyımlarını, yani bir grubun siyasal görüşlerinden dolayı kitlesel olarak yok edilmesini de kapsaması için çaba harcamış, ama o dönemin BM'sindeki siyasal dengeler buna izin vermemiştir. Öte yandan, kültürel soykırımın da bu sözleşme bağlamında yer almasını sağlayamamıştır.

1915 yılında, 1. Dünya Savaşında Osmanlı devletinin ittifak kurduğu Alman militarizminin de onay ve ısrarı ile başlatılan Ermeni Tehciri olayı, bugün tüm dünyadaki soykırım araştırmacıları tarafından, 20 yüzyılın ilk soykırım örnekleri içinde anılarak incelenmektedir. Türkiye'nin BM Soykırım Sözleşmesini ilk imzalayan devletler arasında yer almasına karşın, (bunda Ermeni soykırımının o dönemde çoktan unutulmuş bir olay olmasının da etkisi olabilir), bu sözleşmenin tanımlamalarına son derece uygun olan 1915 olayının soykırım olduğu resmi olarak inatla inkar edilmektedir.

1915 olayı tartışması, olayın boyut ve içeriği, neden ve sonuçları üzerinde yoğunlaşmaktan çok, bunun bir soykırım olup olmadığı noktasında kilitlenmiştir. Bu, aslında içeriğin tartışılmasını engellemek, en azından olabildiğince ertelemek isteyen resmi yaklaşımın, benzeri başka etnik sorunlarda da uygulana geldiği bir taktiktir. Resmi ideoloji ve bilim çevreleri on yıllar boyunca, bütün dünyaca tanınan, akademik araştırmalara konu olmuş, Kürtler diye bir halkın ya da ulusun varlığını da inkar edebilmiştir.

Bu inkarcılığın temelinde herhangi bir kabulün arkasından, tazminat ve toprak talepleri geleceği korkusundan çok resmi ideolojinin çökeceğine ilişkin kaygılar yatmaktadır. CHP'nin baş ideologu olan ve 1935 yılında İtalyan Faşist Partisinin bazı tüzük hükümlerini kendi partisine aktaran Şükrü Kaya, Ermeni Tehcirinin baş koordinatörü idi. Keza uzun yıllar Meclis Başkanlığı yapan, Atatürk öldüğünde birkaç günlüğüne devlet başkanı olan A. Renda, tehcir sırasında en vahim olayların yaşandığı Muş vilayetinin valisi idi. Örneğin daha sonraki yıllarda Dışişleri Bakanlığı yapan Tevfik Rüştü Aras da, 1915 tehcirinin aktörleri arasında idi.

Ermeni sorununu 'nihai çözüm'e kavuşturma planı

Bugün resmi tez, 1915 yılında bazı vahim olaylar yaşandığını kabul etmekle birlikte, yitik insanların sayısını olabildiğince düşük göstermeye çalışıyor, bunun bir soykırım değil, zorunlu bir göç sırasında meydana gelen, istenmeyen ölümler olduğunu, karşılıklı bir çatışmanın (mukatele) sözkonusu olduğunu, bütün olanlardan ise devrimcileri başta olmak üzere Ermeni halkının sorumlu olduğunu ileri sürüyor.

Ancak ortada olan bir gerçek ise, Anadolu coğrafyasında binyıllardır otantik bir halk olarak yaşamış olan Ermenilerin bu coğrafyada artık var olmadığı. Ermeniler tarihsel anavatanları olan bir coğrafyadan, adeta kazınarak arındırıldılar.

Dağılmakta olan Osmanlı İmparatorluğunda, birçok ulus Yunanlılar, Sırplar, Romenler, Bulgarlar gibi ayrılarak kendi devletlerini kurdular. Bu coğrafya da çok taraflı bir etnik arındırma ve nüfusu homojenleştirme politikasının hayata geçmesi anlamına geliyordu.

Emperyalist 1. Dünya Savaşı sırasında, Ermeni halkı savaşan iki imparatorluğun arasında bölünmüş ve sıkışıp kalmıştı. 1915 olayının sadece savaş nedeniyle, Ermeni halkının zorunlu göçe zorlanması olarak açıklanması çok zor. Savaş, İTP önderlerine, Ermeni sorununu 'nihai çözüm' e kavuşturacakları bir fırsat sağladı. Olay, cephe gerisinin güvenlik altına alınması olarak sunuldu, ama uygulanan plan bunun çok ötesindeydi. Tehcir, aynı zamanda Alman Genel Kurmayının güdümündeki ordunun ısrarlı talepleri ile başlatıldı. İzmir ve İstanbul'da Ermeni toplumunun aydınları ve seçkinleri gözaltına alınıp, hedefi meçhul bir yolculuğa çıkarılırken, Trakya da dahil tüm Ermeni nüfus Suriye çöllerine yöneltildi. Yol boyunca katliamlar yaşandı, gerisini ise salgın hastalıklar getirdi.

Ermeni tarafına göre 1,5 milyon, son Osmanlı Hükümetine göre 800 bin Ermeni insanı bu zorunlu göç sırasında yaşamını yitirdi. Sağ kalanların dönmesine izin verilmedi, Ermeni mal varlığına özel bir Emlak-ı Metruke yasası ile el konarak, yerel eşrafa, devlet kodamanlarına, ağalara dağıtıldı. Bu eşrafın, Kurtuluş Savaşına verdiği desteğin bir nedeni de, bu malların geri alınması ve kıyıma katılanların cezalandırılması olasılığı idi. Bunu, on yıllarca devam eden Ermeni kilise, manastır ve binalarına, mezarlıklarına yönelik kültürel soykırım izledi. Sonuç olarak, ITP'nin nihai çözümü kendi projeleri açısından 'başarılı' oldu.

İttihatçıların planında, sadece Ermeniler yer almıyordu. 1915 yılında ve sonrasında Süryani-Keldani-Nasturi halkı ve Anadolu Rumları ve Yezidiler de kitle kıyımına dönüşen zorunlu göç uygulaması ile yüz yüze kaldılar. Öte yandan 1916-1917 yılında devlete sadık olmadığı düşünülen Kürt aşiretlerine de tehcir/zorunlu göç uygulaması yapıldı ve yüzbinlerce Kürt yaşamını yitirdi.

Tehcir ve daha sonra devam eden azınlıkları tasfiyeye yönelik sistematik politikalar, aynı zamanda, bir ulusal burjuvazi yaratma programının parçası idi. Bu bir çeşit ilkel sermaye birikimi oldu, Müslüman Anadolu eşrafı için.

Ermeni Soykırımı bugün bir çok ülkenin eğitim programında yer alıyor. Soykırım araştırmaları artık, dünya üniversite araştırma ve inceleme programlarının önemli parçaları arasında. Daha genel bir düzeyde ise Viktimoloji gibi çalışma alanları da oluştu. Yahudi Holokaustu ile başlayan soykırım araştırmaları, tarihin derinliklerine giderek daha yaygın bir alanı araştırma konusu olarak ele alıyor. Tarihte, Asur imparatorluğunun ilk soykırım örneklerini sergilediğini söyleyen araştırmacılar var. Roma'nın Kartaca'yı haritadan silişi, Amerika'nın yerli halklarının maruz kaldığı sistematik kıyımlar da, artık tarihteki soykırım örnekleri arasında anılıyor. Öte yandan 20. yüzyıl başında Alman sömürgeciliğinin Batı Afrika'daki kitlesel kıyımları da, soykırım araştırmalarının yeni çalışma alanları arasında. Geçen yıl, Namibia'yı ziyaret eden Alman Dışişleri Bakanı, bu unutulmuş soykırımdan dolayı özür diledi, ama herhangi bir tazminatın olmayacağını eklemeyi de unutmadı.

Bu arada kavram olarak da soykırımın türlerini, alt başlıklarını belirleyen yeni kavramlar da oluştu. Lengüistik (dilsel) soykırım bunların en tartışılanları arasında... Afro-Amerikalıların yüz yüze kaldığı durum, araştırmacılarca, 'dolaylı soykırım' olarak tanımlanıyor. Kanada ve Avustralya'nın yerli çocuklarını zorla ailelerinden alması, 'kültürel soykırım' olarak nitelendi. Kamboçya gibi, aynı soydan olan insanlar arasındaki kitlesel imha ise, 'oto-jenosit' olarak anılıyor. Bugün Türkiye'de Soykırım Araştırmaları yapan herhangi akademik bir kurum yok.

Hazırlayan: Ragıp ZARAKOLU

(*) 2007 Saraybosna Bienali, IGSA (Uluslararası Jenosit Araştırmacıları Birliği) Ödülü. Verilme gerekçesi: soykırım inkarcılığına karşı verdiği mücadele.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder